Search for content, post, videos

Trenle Bitmeyen Gece

 

Gecenin kara bir helezonun kıvrımlarından derinlerine düşmek olduğu, koyulaşıp ağırlaşan saatlerin geçişinden habersiz yolcuların çalkalanarak uyuduğu bir tren seyahati…

Camlarda uğuldayan rüzgârla uykusuz tek-tük yolcuların kalplerinde artan sıkıntılı bir ağrı. Ağrıyı sarsıp sallayarak arada bir sürçen tren, her seferinde güçlü bir silkinmeyle devam ediyor yola. Her tökezlemeden sonra ayağa kalkıp yaşamaya devam eden insanoğlunun hızlı çekim özeti sanki.

Küçük dünyanın üstünde sürekli savrulan yollar, ardımızda bıraktığımız zamanın labirentleri. Mekânlara sıkışmış zaman kuleleri, dağlar. İcat edilmiş yer küre modelleri. Tarlalar, buğdaylar, korkuluklar, bulutlar, geçici nesneler cenneti: Dünya… Hepsi biz ilerledikçe geride kalıyor, ölüp gidenlerin terk ettikleri şeyler gibi… Çünkü zaman neyi kurmuş olursa olsun, artık kendi içinde ilerleyen bu trende eriyip gidiyor ve onunla beraber akıyor.

Karanlığın içindeki bu gidiş, sıkı sıkı tuttuğumuz gündelik işlerin upuzun ipini bıraktırıp da uykusuz yolcuları öylesine bir üst bakışa taşıyor ki; gelip geçen ve hızla tarih olan, şu an dışındaki her şeyin ve hatta geleceğin insanlığın var oluşu içinde nasıl da bir efsane havası taşıdığını düşünmek kolay oluyor.

Yolculuk biraz daha uzun sürerse trenden mat ve sabit bakışlarıyla inen bir filozof olabilirim, korkarım. Her şeye “mümkündür” gözüyle bakan, hiçbir şeye asla “şok olmayan”, kendi ölümüne bile “kendi tabiliği içinde seyreden sıradan bir hadise” olarak yaklaşabilen hüzünsüz bir filozof…

Hayat bir tren yolculuğudur, ibaresiyle henüz karşılaşmamış olsam da; bunun, uzun tren yolculuklarında iki yanımda boş ve karanlık topraklar asla usanmadan uzanırlarken bir tekerleme gibi ezberlenmemesi nasıl mümkün olabilir? İyice direnebilenler, ellerini gözlerinin iki yanından cama yapıştırıp, vagonların zaman zaman sorgu maksatlı yakılmış gibi duran ve hiç sönmeyen ışıklarını bertaraf etmeye uğraşarak dışarıda bir şeyler görmeye çalıştıklarında, çok uzaklarda titreyen birkaç sarı ışık yandığı vehmine kapılabilirler. Hayır, onlar aslında çöldeki serap benzeri göz yanılmalarıdır. Trenin içerdeki karşı penceresinden küçük yansımalar.

Bazen de tren geri geri gider. Evet, gerçekten geri gider. Acaba uykumda ters giden bir koltuğa mı geçtim, diye boşuna kendinize sormayın. Çünkü şehirlerarası klasik trende ters giden herhangi bir koltuk mevcut değildir. Tren bir başka trene yol vermeyi unuttuğu için hızla bunu telafi etmeye çalışmaktadır aslında. Bazen de önünde giden –muhtemelen bir yük treni- arıza yapınca makas değiştirme bölgesine kadar geri gitmek zorunda kalır koca tren. Dönmek için kuyruğunu çevirivermesi de mümkün olamadığı için haydi geri tornistan. Bu sırada uyanmış bulunan talihsiz yolcuların şaşkın bakışları acı acı kendilerini henüz uyanamamış olmakla suçlamaktadır. Durum gayet komiktir. Bu yüzden siz de gayet sakin görünerek onların gerçekten ayılamamış olduğu vehmini artırabilirsiniz.

İki ileri- bir geri, akarız gecenin içinden fosforlu bir kaya böceği gibi. Yüksekten bir kartal pikeler yaparak bizimle yarışır mı, bilmeyiz. Raylar arasından son anda bir tarla sıçanı sıçrayıp kurtulmuş mudur? Hemen yanımızda bir göl derin mavidir belki ama bize kara bir boşluktur, görmeyiz. İşte bu; bizi oyalayan tüm bu dış şeylerin gerçekte olmayışlarını su yüzüne çıkaran bu karanlık, ışık ve onun yokluğu arasındaki çizgide bir ip cambazı gibi gidip gelmemize yol açar. Tren ki bütün bu bilginin etimolojisi üzerine mastır yapmış ezici bir edayla yola devam etmektedir. Gün yanıltıcıdır, nesneler ışık yokken yok olan, sahici olmayan görüntülerdir; tren bunu deneyerek ve yanılmayarak hep görmüştür.

Tren sonra kara boşluğun ortasında ve hayatın daima atan nabzının iyice zayıfladığı bir saatte aniden durur ve o ana kadar yolculuktan edindiğiniz tüm zihin üstü bilgileri saf dışı etmek istercesine içeriye capcanlı yolcular dolar. Hiç biri uykusuz değildir. Karanlığın içinden çıkıp gelmiş cengâverler gibi tüm vagonlara dağılırlar. Dünyalı nesneleriyle doldurdukları koca bavulları da raflara zorla sıkıştırılır. Sonra sağ yanımızda çini süslemeli bir eski çeşme yanıp söner o istasyonda. Bütün bu kafa karıştıran keşmekeşi atlamak isteyen bir küheylan gibi tren hemen ileri doğru hamle yapar. Yeniden boş karanlığına kavuşunca rahatlayarak yavaşlar, cinlerle söyleşe söyleşe devam eder yola.

Fakat dünya bir kere bu istasyonuyla yeniden kalbinize bir zehir gibi akmıştır. Gözünüzün önünden bu zehrin mesut halüsinasyonları geçer: Su kemerleri, toprak testiler, çağlayanlar dibinde biten beyaz çiçekler, değirmenin kanatlarına çarpan alabalık, suya düşmüş nane yaprağı,  dere kenarı vişnelerini kızartan güneş…

Arada bir kondüktör elindeki deri kaplı deftere yolcuların varlığını esrarlı tavırlarla kaydeder. Eskişehir’den binen talebeler birer birer zapta geçer. Yine de hemen sabah çöpe atılacak ve yenisi, hep yenisi için yeni bir sayfa eskiyecektir yeniden. Eskişehir’de afyonlu çörek satan adamın ağıt yakar gibi çağıran sesi de oracıkta terk edilmiştir. Sivas’ta bir dakikalığına vagonda görünen parlak bıçakların ışıltısı birinin bavuluna yerleşmiş olmasa adamın yürek yakan üşümüşlüğü bir hançer gibi hatıramıza saplanacaktır. Ürküttüğümüz tilkiler, hemzemin geçitlerde beklettiğimiz yüklü kamyonlar için helallik almaya ise gerek yok. Çünkü biz yol boyunca diğer trenler tarafından itilip kakılmış bir tren olmuşuz. Onlar uzaktan “Dur, ben geçiyorum “ ışıklarıyla trenimizi korkutmuş; bizi orda uzun uzun haybeye beklettikten sonra da yanımızdan bir teşekkür düdüğü bile öttürmeden vınlayıp geçmiştir. Ezik ruhlu, mütevaziliği abartmış trenimiz bir türlü cesaret edip de kafa kafaya gelmemiştir kibirli trenlerle. İkindide yola çıkan gece trenleri böyle bungun, böyle iddiasız trenlerdir işte.

Ne var ki boş sahralardaki hiçlikte uzun süre akmanın ve uyuyamamanın neticesinde, trenimizin bu felsefesine eşlik ettiren “Zaten her şey boş, her şey geçici.” düsturunu en zengin biçimde donanmak an meselesi. İşte o zaman ne kadar geç kalınırsa kalınsın; bırak seni kandırdığını sansın, bırak o kazansın, bırak o önce gitsin, bırak yolcuları daha asil olsun vs demeye başlıyoruz trenle birlikte.

Manzaramız olmasa da sabrımız sonsuzdur; bir şey görür gibi geceye sakin bakarız. Gürültü gibi gelen çakatak seslerinin nasıl kelimelere dönüştüğünü fark ederiz. Kısa duraklamalarda buğulu kalkış düdüğünü duyarız lokomotifin. Eski istasyon binalarının arasına sıkışmış evciğin penceresinde yaşlı bir adam çayını yudumlamaktadır. Çok kısa bir an olsa da, onun bu istasyondan emekli edilmiş ve bu istasyonun karasından ekmek yemiş bir hareket memuru olduğunu tahmin ederiz. Telgrafın maniplesi başında “ kaldım duman içi dağlarda” türküsünü dinleyerek yalnızlığı bir karpuz gibi yararak tek başına yemiştir o.

Hayattır yanımızdan geçen, o hayatın içinde biz de varızdır; kendi yanımızdan da geçeriz. Bunu bilmek vızır vızır arabaların geçtiği bir caddede güvenli bir deniz kenarı kaldırımı bulmak gibidir. Dosdoğru annemizin güvenli sofrasına varan, güneşi sağ yanımızda batmaya bırakan; bir dostun yanına varıp da ağlamamızı tutunca bir defa, yüreği kavileştirdiği görülen bir kaldırım.

Uyumayanlar için eski istasyonların dar uzun pencereleri ve bekleşen kalın giysili hayal yolcuların tepesinde, zamanı en dürüst biçimde gösteren yusyuvarlak istasyon saatleri vardır. Sisler içinde arada bir gözümüze çarpan kocaman top dikenler vardır, daima esen rüzgârla yuvarlanırlar. Arkalarından hevesle koşan çocukları iyice hızlanıp çoktan terk ettikleri için yabanileşmişlerdir; zordur onları ehlileştirmek.

Artık hiçbir şey beklemeyiz ama trenin penceresinden hayatla ilgili şeyler tütsü dumanı olup gizlice sızmaktadır. Karanlık da olsa, geçici de olsa, ölümle görünmezliğini belli edip, kıyamet anında patlayıverecek, hayatlarla beraber boğazlanıverecek olsa da boşluğun içinde trenin de inkâr edemediği işaretler vardır. Var oluşları anlamlı olmasa bu kadar sımsıkı tutup yakamızı yalvarırlar mıydı? Ben varım diye…

Beklendiği sürece kaçan, bırakıldığı zaman da peşine takılıp kendini hatırlatmaya çalışan hayat, henüz yaşadığımızı fısıldıyor. Tren şimdilik gelip gitmeye devam edecek, güneşin doğduğu ve battığı yerler arasında.

Uyumak yarım ölüm gibiymiş ya, zamanı yok edişinden bu; bir de rüyalarla bizi olduğunu unuttuğumuz farklı boyutlara taşımasından. Uyanıkken gördüğüm bir rüya mı idi bu, trenim beni uyuyan kentime getirdi birden. Sisler içinde yüzen kara Ankara’ya…

tren1

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *