Search for content, post, videos

VATANDAN UZAKTA DARBE

 

Belki basit bir hikaye yazabilirsin tüm olan biten hakkında. Meydanların duvarlarına, yazabilirsin yaşanılanların kelimeler dünyasındaki karşılığını. Fakat, en gerçekçi haliyle anlatabilmek bizim işimiz olmalı. Geleceğin avuç içleri olarak, yazmalıyız.

Şimdi oturup, o günü anlatacağım size. O günün diğer günlerden nasıl farklı olduğunu dillendireceğim. Sözlerim bir şiir ya da hikaye olarak geçmeyecek kaynaklara. Sadece, sessizlik kulelerindeki bir başka ağıt olarak, belki de en acılı ağıtlardan, kalacak.

Tarihe tanıklığım, göklerden gelen bir ikramdı adeta.

15 Temmuz 2016…

Cama yaslamıştım kafamı. Tramvay çok eskiydi. Çürümüştü demirleri. Sağa sola oynuyordu bedenimiz. Yorulmuştuk. Yağmur yağmış, ıslanmıştık. Sonra başımızı sokacak bir yer bulmuştuk. Sahibinin Türk olduğu ve orada oturduğunuzda kendinizi vatanınızda hissediyordunuz. Bunu hissettiğimde öncelikle kendime kızmıştım. Şuan, Batı’nın Kudüs’ü Bosna’dasın. Buralar bizim, ecdadımızın… Nasıl yabancılık çekersin dedim kendi kendime. Ya sonra?

O günün öğle vakitlerinde, bir başka hayatın mümkün olduğuna inandığım vakitlerde, dönüp kadim dostuma:“Buradayken, zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Neresindeyiz zamanın ve günlerden ne, ayın kaçı artık sayamıyorum” dediğimi hatırlıyorum.

Saraybosna elleri yasemin çiçekleriyle dolu bir kadın tasviriyle durur zihnimde. Başında beyaz tülbenti ve Neretva rengi gözleriyle bakar bana. O baktıkça bana, zaman ve mekan algısından nasıl uzaklaştığımı ancak böyle ifade edebilmiştim.

Sığındığımız kafe, Laheri53 BookCafe olarak geçer. Sebil’i arkanıza aldığınızda, soldaki caminin arasına sapmadan hemen karşı tarafa geçerseniz, Sevda Kucha’nın tam karşında durur. Sahipleri iki güzel abimizdir. Rize çayı demlerler. Bu memlekette çay özlemini en güzel orada dindirirsiniz.

Bizde o gün, yağmura yakalanmanın verdiği ağırlıkla, boynumuzu büküp, köşedeki şöminenin başında çaylarımızı içip, muhabbet etmiştik. Arka fonda çalan, dağlarımızı, kentlerimizi kısacası memleketimizi anlatan türküleri dinledikçe, bir başka alemin içerisinde olduğumuzu hissetmiştik.

Belki tam da o vakitlerde, yıllardır başaramadığım bir şeyi, ruhumu açmayı başarabilmiştim. Kendime. Dinliyordum kendimi. İnsanların tebessümleri ve kelimeleri, yer ediniyordu. Ve oluşan düzlem ise, önceden yaşamadığım bir yerdi. Yeniden yaşamak ve yeniden insanları tanımak gibi ifadeler doluşuyordu zihnimde. Diyorum hep, belki de yaratılışımdaki varoluş gizi, hiç beklenmedik ve hiç hesapta olmayan bir an ile buluşup, çözülmeye başlıyordu.

Bir kendim olarak ve bir de bir başka biri olarak, parçalanmış ruhumu derleyip, bu güzel insanların arasında, bu güzel şehirde, ilerleyebiliyordum.

Tramvayda, günün yorgunluğuna yenik düşen başıma, kirli bir cam eşlik ediyordu. Gözlerimi kapadım. Aklıma gelen sol gözümdeki acıydı. Çünkü yorulmuştum. Her an kırpıp duruyordu. Onun için aksaktır bu eylem. Sonra yemin ettim.

“Allah’ım bu geceyi asla yazmayacağım. Sana yemin ediyorum.” Dedim.

Buradan sonra anlatacaklarım, bazen kendimi köşeye sıkıştırıp, onunla konuşmalarımdan oluşan bir kesit. Yıllardır, bu konuşmaların verdiği güçle dokuyor olsam da kelimeleri, asla ama asla o konuşmaları okuyucuya sunmamışımdır. Oysa o gün, tıpkı şairin de dediği gibi, Allah beni iddiamdan vurmuştu. Ve ben, anlatmaya mahkumum.

Yemin senfonisinin ardından, Allah’tan burnumun ince bir sızıyla, sırf kanın o sıcaklığını hissedebilmek için, birazcık kanamasını diledim. Ölmeyecek kadar, sadece endişelendirecek. Garip bir arzuydu. Ama ihtiraslıydı. Birazcık kan Allah’ım, kimseye zarar vermeyecek. Diyordum.

Tramvay hızla ilerlerken, aynı cümleleri defalarca içimden tekrarlıyordum. Sonra Allah’ım, gözlerimi açtığımda burada olmadığımı görürsem, kalbim asla feraha ermeyecek. Dedim.

Gözlerimi açtığımda, evimde, yatağımda uyurken bulmak istiyorum. Eğer bulursam, buraya kadar gelmiş olmanın gerçekliğine kim inandıracak beni. Diyordum.

Allah’ım eğer kötü şeyler olursa vatanımda, insanlar ne yapacaklar, nereye gidecekler. Dedim.

Bu cümleyi o gece kurmuş olmanın, hüznü üzerimde kara bir bulut gibi durur, ayrılmaz.

İçim geçmiş, dalmışım. Tuhaf bir söz gibi, kimse aldırış etmemiş bu halime. Sadece inanıyorum uykumda, yoldayım ve gidiyorum. Evim nerede? Neredeyim oysa?

Bir an da telefonumun çalmasıyla irkildim. Korktum. Telefonun sarjı azdı. Annemle konuştum. Yolda olduğumu ve kalacağım yere gittiğimde hemen kendisine döneceğimi söyledim.

Sesindeki tedirginlik, korku…

Köprüler kızım, köprüleri kapatmışlar. Bir şeyler oluyor kızım… Dedi.

Her zaman, olayların dışında durup, sadece yüzeysel bir şekilde izlemeyi tercih etmişimdir. Bu yüzden vakıf olmakta zorlandığım hadiseleri, hissi olarak da taşıyamamışımdır.

O gece, ilk etapta böyle bir hal içerisindeydim. Ne olduğunu tam olarak anlamadığım, bir takım işler döndüğünü fark edebilmiştim.

Kaldığımız yere geldiğimde, öğrencilerin ellerinde telefonlar, laptop başlarında gündemin hareketliliğini takip ettiklerine şahit oldum. Genç ve temiz yüzlerde bir gerginlik ve korku vardı. Onları sakinleştirmek ve yanlarında olmak ise benim görevimdi.

İçlerinden biri, TRT’de açıklama yapılacağını söyledi.

Ömrüm boyunca, bir milletin bir neslin unutmayacağı, milyonların ekrana kilitlenip kaldığı o dakikaları, vatanımdan çok uzakta, gelecek neslin önünde, bir oda dolusu kız evladıyla, küçük bir laptop ekranında izledik.

Spiker, gergindi. O gözlere dikkatli bakacak olan her insan, o gerginliği görebilirdi. Hele de bir anne, daha içli hissedebilirdi o korkuyu. Suyu yudumlayışı, ellerindeki titreklik kendisini ele veriyordu. O gözler, “bunlar bana zorla okutuluyor” diyordu. Bunu sadece ben değil, o odada bulunan herkes, sadece ben değil, tüm Türkiye biliyordu.

Sözlerinin anlamını bilmiyordum, sadece “yönetime el konuldu” ifadesini duyduğumda, tıpkı şimdi hatırladığımda olduğu gibi, tüylerim ürpermişti, gözlerim keskinliğini yitirmiş, “peki ya şimdi ne olacak” diye sormuştum.

Herkes bir an da, sağa sola dağıldı. Ağlayanlar mı dersiniz, sessizliğe gömülenler mi?

Bakın, daha iyi görebilmeniz için, tasvir ediyorum. Vatanınızdan kilometrelerce ötedesiniz. Ülkenize “darbe” girişiminde bulunuluyor. Ve yaşları on beş on altı olan, bir dönem ezilmiş olan neslin verdiği mücadelenin meyvelerini yiyen kardeşlerinizle, bir çatı altında böyle bir haberle karşı karşıyasınız. Onların yüzündeki korkuyu endişeyi nasıl anlatabilirim daha fazla bilmiyorum.

Ya kendi içimde kopan o amansız fırtınayı?

Ayak sesleri işitiyorum. Dünyayı güzelliğin kurtaracağına inanan insanlar vardı. Onlar planlıyordur muhakkak bir şeyler yapmayı. Umutsuzluğa düşmek istemiyorum. Umutsuzluk bizden değildir. Allah büyük diyorum, gecenin de gündüzün de Rabbi yalnızca Allah’tır diyerek, kızlarımızın yanında durmaya çalışıyorum.

Babama ulaşamadım bir müddet o gece. Korktum. Neredeydi. Annemi aradım. Ağlıyordu. Biliyorum ki, o gece yalnız benim annem değil, bütün Anadolu’nun anneleri, ümmetin anneleri ağlıyordu.

“Baban abdest alıp helalleşerek çıktı evden” dediğinde, artık gerçekten meydanların imani bir zırhla donanması gerektiğine kalbim mutmain olmuştu. Çünkü, hangi baba küçük bir kızını ve eşini evde bir başına bırakıp, diğer evladını günlerdir görmediğiyle beraber yollara düşebilirdi ki, sadece benim babam değil, ümmetin babaları, ümmetin abileri, ümmetin adamları düşmüştü yollara, sokaklara, caddelere, meydanlara…

Aklım almıyordu, tarih yazılıyordu bir yandan. Semadaki kader kalemlerinin tıkırtıları daha güçlü çarpıyordu kağıda. İşitiyordum, sözüm ise “Asla teslim olmayacağız” idi.

Çünkü ben bu sözü bu coğrafyada öğrendim. Zulme, teslim olmamanın esrarı bu topraklarda yatardı. İgman Dağları’nın sessizliğinin ölümden farkı nedir? Srebrenica’da tenimizi saran ölümün soğuk tebessümü değil mi?

Nasıl söylenir, bilemiyorum. Yürürken, şehrin sokaklarında, bir köşe başında ansızın patlayan bombanın olduğunu, şimdi ise sessizlikle örtülü olduğunu hissettikçe, insanlar unutsa, tarih unutmayacak diyorum. Taşların, insanlara şahit olduğu bir coğrafya. Dağların, zulme şahit olduğu bir coğrafya. Nehirlerin, akan kanlara şahit olduğu bir coğrafya.

İnsanların yüzlerine bakıyorsunuz. Yüzlerinde yılların birikmiş hüznü. İnsanların yüzünde, acı. Sadece, yaşadığı şu rahat günleri nasıl daha mutlu olarak geçirebiliriz ifadesi, sokaklar boyu yayılıyor…

Ve evlerine kapanan insanlar… Onların dokunmaya ve anlatmaya gücümün yetmediği acıları. Ruhlarına asılmış, ağır tokmaklarını çalacak gücüm yok. Sadece, buradalar biliyorum.

Yürürken, hissedebilmek için ruhunuzu açmanız lazım. Açın, kapalı hiçbir ücra kalmasın. Görün, insanlar nasıl?

İnsan ruhunu açabilmeli, ruhu derin bir arayışa tutkuyla bağlıysa. O derinliklerde, insanların yaşadıklarını daha iyi görebilir. Hissettiklerine yakın şeyler duyabilir.

Biz Müslümanların, bu coğrafyada gözleri daha keskin, zihni daha açık olmalı. Bosna bizim, ecdadımızın. Bosna, Bilge Kral Alija’nın emaneti. Bizim bu emanete dört elle sarılıp, koruyup kollamamız gerekiyor.

Siyasi parçalanmışlıklar içinde sıkışıp kalmış insanlarla dolu. Gözleri, kalpleri ve elleri Türkiye’ye bakan yüzlerce insanla her gün aynı dünyaya göz açıyoruz. Ve çoğumuz, o insanlardan habersiz bir halde yaşamaya devam ediyoruz.

Evet, başka hayat gerçekten mümkün. Bizim yaşadığımıza yakın ya da uzak olsun, fark etmez. O insanları bulup, onları dinlemeli ve anlatmalıyız.

Vatanımıza darbe yapılmaya çalışılan o gece, Saraybosna’da olmanın, Allah’tan şahsıma saklanmış bir hikmet olduğunu düşünüyorum. Ve bunu sizlerle paylaşmakta ise sakınca bulmuyorum:

Fikirlerime, siyasi haritalardaki o sınırları belirleyen çizgileri koymamak için mücadele veriyorum. Hoşgörü ve adaletle yaşayabileceğimiz toprak parçası dünya. Oysa insanoğlu, nefsinin kölesi haline geldiği andan itibaren, bir avuç toprak için nasıl değişebiliyor, nasıl da siyasi dengelerle oynayabiliyor, neleri alet edebiliyor, gün geçtikçe, kıyamete yaklaştıkça daha iyi anladığımızı düşünüyorum.

Türkiye çok güzel. Türkiye, İslam Coğrafyasının büyük abisi. Mahallenin çocuklarını çocukken camiye götüren abi diyebilirsiniz. Büyüdüğünde ise, meydanları dolduracak, ümmeti harekete geçirecek bir abi…

Vatanımın değerini, savaştan çıkmış, katliam yaşamış bir devletin kamusal alanıyla Türkiye’nin kamusal alandaki aktifliğini karşılaştırınca daha iyi anladım. Her açıdan değerlendirdiğinizde, Türkiye konumu itibariyle, bir çok ülkeye nazaran daha iyi imkanlara sahip ve halkının müthiş bir milli bilinci, milli iradesi var.

Aslında, çok söz söylemek istemiyorum. Tarihe tanık oluyoruz. Öyle bir süreç ki, nesiller boyu aktarılacak. Şehitlerimizi asla unutmayacağız. Artık her o köprüden geçerken, şehitlerimiz hatırlanacak ve Fatihalar okunacak. Çengelköy, Gazi olarak anılacak… Ve daha nice isimler, nice beldeler, zihinlerden silinmeyecek…

Ve ben, gençliğimin bıçak keskinliğinde açık olduğu bu zamanları asla unutmayacağım. Rabbim nerede ve hangi konumda işimi yapmayı nasip ederse; orada ki herkese, bu alçakça oyunu anlatıp, milletin nasıl tarih yazdığını anlatacağım.

Ecdadın inceden inceye çekildiği bu topraklarda, zulmün nasıl kol gezdiğini, tarihin burada nasıl yazıldığını, insanların verdiği mücadeleyi ve yaşadığı acıları da anlatacağım.

Çünkü iki farklı coğrafyanın parçasıydım o yıllarda diyeceğim. Bir yanım vatanımdı, bir yanım ruhunu açmış, zulmün sessiz çığlıklarını benimsemeye çalışıyordu.

Hem vatanın bir iman meselesi olduğunu hem de düşmanın ne kadar ahlaksızca savaştığını öğreniyordum.

Gücün milletin iradesi olduğunu, zulme teslim olmayarak başardığını öğrenmiştim, diyeceğim. Aynı zamanda, bir milletin, bir sabah uyandığında kapı komşusuyla nasıl düşman olduğunu…

Düşürülen fitnenin ve doyumsuz insanoğlunun açtığı yaraları, bizim canla başla çalışarak tedavi edebileceğimiz, öğrendim, diyeceğim.

Planların planı yalnızca Allah’ın planındadır. Buraya, Bosna maceramla ilgili farklı şeyler yazmayı planlamıştım. Lakin, acının kesik lisanını, hissedebildiğim kadarıyla aktarmak istedim sizlere.

Rabbim sokağa dökülen milletten razı olsun. Rabbim, minarelere çıkıp sela okuyan hocalardan razı olsun. Rabbim şehitlerimizden razı olsun. Rabbim, bu vatan için, ümmet için canını bu yola koyan herkesten razı olsun.

Batı’nın Kudüs’ü, Bosna Hersek’in başkenti, ecdadın hüzünlü şehri Saraybosna’dan güzel vatanıma en kalbi muhabbetlerimle selam olsun!

Bilge Kral Alija İzzetbegovic’in dediği gibi, şimdi daha gür bir sesle inşallah: “ASLA TESLİM OLMAYACAĞIZ!”

TEMMUZ 2016 – SARAJEVO

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *