Memlekette huzurun derinden sarsıldığı; çorba içerken, ekmek almaya giderken, kurban eti dağıtırken kanlar içinde kalındığı, şehit çocuklarının babalarının cenazesinde gözyaşları içinde saf tuttuğu, insanların oy verdikleri partiler yüzünden bozuştukları hatta birbirlerine kin duydukları zamanlardayız. Duymayı tahmin etmediğim bir sözü de bu süreçte duydum. Arabamı park etmiş markete giderken iki genç bana “Akepeli pis burjuva!” diye seslendi. Bakış açılarının değişeceğine inansaydım ya da onlara insanca davranmalarını tavsiye edecek kadar sakin olsaydım bir mukabelede bulunabilirdim. Karşı tavrın seviyesi ne olur bilemiyordum, bu yüzden bütün küskünlüğüme ve kızgınlığa rağmen soğuk bir maske takarak onlara bakmakla yetindim.
Bu yazı yayınlanana kadar neler ne kadar değişir bilmiyorum. Kaç masum insan daha kalleş silahı olan mayınlarla parçalara ayrılır, bu insan parçaları bir araya getirip nasıl gömülür diye düşünürken ruhum da parçalara ayrılıyor.
Siyasetin inceliklerinden anlamam. Bunları anlayanların tartışma programlarına ilgi duymam. Medyaya da güvenmem. Bilgi çöplüğü olan internetten bazen tiksinirim. Siyasete bütün ilgim oy vermekten ibarettir.
Kişilerin çıkıp birbirlerini düşman ilan ettikten sonra olayları kendi bakış açılarından anlatmalarından rahatsız olurum. Belki tuhaf gelir çoğu insana ama “etkisiz hale getirilen” katile çevrilmiş o gençlere acır, onlar için en azından “ölen” kelimesini kullanmamızı hak ettiklerini düşünürüm. Onlar leş değildir, insandır.
Sütten çıkmış ak kaşık siyasetçileri, sabit fikirli bürokratları dinlemektense meselenin merkezinde yer alan halkın içinde dolaşıp onların duygularını öğrenmeyi severim. “Biz kürdüz ama hain değiliz.” diye ağlayan babanın göz yaşlarını silmek isterim. Meseleyi asıl ondan dinlemek isterim.
Bu düşüncelerle İstanbul’un Eminönü semtine benzeyen Ulus’a doğru yola çıktım. Meşhur Çıkrıkçılar Yokuşu’nu ararken kayboldum ve kendimi orda buldum. Nerede bu yokuş, diye sorduğumda eli belinde bir tezgahtar, üzerindesin ya, dedi bana. Aklıma Mevlana’nın bindiği atını arayan adam hikayesi geldi ama şimdi onu anlatmayacağım, merak eden araştırıp bulabilir.
Çiçekçiler, boncukçular, antika mobilyacılar, muşambacılar, gelinlikçiler, iplikçiler, baharatçılar, ahşap malzemeler, bakır hediyelikler, çinko semaverler, keçeciler, ne ararsanız en ucuzundan var bu yokuşta. En güzeli de kimse başınıza dikilip ne arzu etmiştiniz, diye sormuyor. Kalabalığa ve yokuşun kendine has gürültüsüne dahil olunca çarşı bütün renkli neşesini gösteriyor. İnsanı katlar içinde döndürüp duran yürüyen merdivenleri ve çok ışıklı mağazalarıyla AVM’lerden çok daha insani, elektriksiz, göz yormayan tersine şenlendiren bir mekan. Burada muhtemelen “Ya bismillah!” diyerek açılan dükkan kepenkleri var. Artık dükkan kelimesini bile pek telaffuz etmediğimiz düşünülürse tarihi İpek Yolu üzerinde yer alan bu yokuş, şu sevimli varlığıyla insanı modern çağın, kapitalist bakış açısının sömürüldüğümüzü bile unutturan oyunlarından uzak tutuyor. Eski zamanlara ait geleneksel bir şeymiş gibi huzur içinde dolaşıyorum. Neredeyse bir şiir bile düşer gibi oldu zihnime ama birden oraya niçin geldiğimi hatırladım.
Dükkan önünde oturmuş insanlara bakmaya başladım. Çoğunun müşterisi yoktu. Düğün, kına malzemeleri satanlar, nevresimciler nispeten yoğun sayılabilirdi. Kulağıma çalınan kısa kesik konuşmaların her bir cümlesi zihnimde kendiliğinden birleşip bir paragraf oluşturduğunda şaşırdım: Bunca zamandır ne geçti ellerine. Yazık değil mi? Allah yardımcımız ola. Geçim derdindeki insana bunlar ağır gelir.
Bu cümleler dümdüz ve tek bir sesten çıkmış değildi. Nasıl olduğuna akıl sır erdirmeye çalışmadım. Bakır eşyaların satıldığı bir tezgahın hemen yanında alçacık hasır taburelerde oturan onların renkleriyle kaynaşmış gibi görünmezleşmiş iki kişi fark ettim. Ya ağabey ve kız kardeşti onlar ya da senelerin birbirlerine benzettiği karı-koca.
Bakır cezveleri incelerken onların mırıldanarak konuştuklarını duydum: “Ortalık toz duman şimdi. Ne desek boş. Kim anlayacak bizi.” Şivelerinden Kürt olduklarını anladım. Zaten onlara baktığımı görüp Kürtçe mırıldanmaya da başladılar. Gizlice dinlemek iyi bir şey değil elbette ama kulak misafiri olarak ne çok şeyin gerçekliğine varırız bilemezsiniz. Halkın sesi siyasetçilerin sesine benzemez, lafları eğip bükerek yabancı terimlerle konuşanlara hiç benzemez.
– Af edersiniz, dedim. Cezvelere bakıyor gibi yapıyorum ama aslında sizi dinlemek istiyordum.
Afalladılar. Kadın kalın kaşlarını çattı ama sonra yüzü aydınlanıp genişleyerek güldü. Adamın bakışları sabitti, sonra o da gülümsedi.
– Ne duymak istiyorsunuz?
– Memlekette olup bitenlerle ilgili mi konuşuyorsunuz, diye merak ettim. Siz Kürt kardeşlerimiz, ne düşünüyorsunuz bu Kürt hareketiyle, çözüm süreciyle ve son yaşananlarla ilgili olarak.
Beni bir gazeteciye benzetip benzetmemekte kararsız olan kadın şaşkındı. Adam of of anlamına gelen bir el hareketi yapıp başını yere eğdi. Elindeki demli çaydan bir yudum aldı.
– Ne Kürt hareketi sözünü duymak isterim ne de çözüm süreci. Bizim aydınımız yok.
Bu adamın bir aydın olduğunu anlamak için çok fazla soruya gerek yoktu. Tezgahın altındaki tabureyi teklifsizce çekip oturdum. Nasıl olduysa bana da bir çay geldi. Kırmızı beyaz tabaklı, ince belli klasik çay bardağında, yanında ıslanmış iki şekeriyle çay.
– Bilmiyorum ben, anlatın lütfen. Bir Kürt olarak ne düşünüyorsunuz, ne hissediyorsunuz? Hele şu Cizre…
– Hanım kızım, dedi adam, uzun mesele.
– Vaktim var, dedim.
Yazının bundan sonrasını damdan düşer gibi patavatsızca ve cahilce lafa girdiğim, dahası soruları hiç de iyi seçmediğim halde, bilmek istediğim ne varsa özetleyen bu Kürt aydınının sözlerinden hatırımda kalanlarla tamamlayacağım. Tarih okuyarak ve belli ki atalarının sohbet halkalarına katılarak onların dizi dibindeki birikimi miras edinmiş bu insan, sesimdeki acıyı fark etmemiş olsaydı bu tavrımla beni başından savabilirdi ve buna da hakkı vardı.
– Devlet eskiden acımasızdı. Nevruz kutlamaya gidenlerin üzerine kurşun yağdırır, sonra da bununla öğünürdü. Ama bugün daha yumuşak davranıyor. Bilmiyorum tam olarak orda kim kimi öldürüyor ama devletin roket atar kullandığını sanmıyorum. Bir insanlık ihlali var o kesin. Fakat orası niçin mekan olarak seçilmiş, öyle gelip burası bizim demekle olmuyor. Tepki daha ağır olabilirdi ve sanki bu göze alınmıştı.
– Kürt hareketi saf biçimde ortaya çıktı ama sonra dallanıp budaklandı. Sonra bizim fikrimiz sorulmadan bizim adımıza bir savaş başlatıldı. Ölenler bizim komşularımız, arkadaşlarımız, bizim askerlerimiz. Senelerdir hiç bir sonuca da varılamadı. Kan, kan, kan… Eskiden bir devlet olma arzumuz yoktu ama bizler özgürlüğümüze düşkün insanlarız. Aşağılanmak istemeyiz. Devlet değilse de kimlik önemlidir bizim için. Zorbalığa gelemez Kürt halkı. Bu kullanıldı tabi, anlatması uzun oyunlar döndü. Şeyh efendilerimizin itibarı düştü.
– Özgürlük isteyenlerin ardını petrol isteyenler aldı. Ben petrol istemiyorum. Lanet olsun petrole…
– Okuma özürlüyüz hepimiz. Bakın, batılı emperyalistler hem Türkler hem Araplar hem Kürtler için aynı aşağılayıcı sözleri sarf ediyorlar. Kimi ırkçı insanlar da öyle. Biz dağlarda koyun güdüp yabani bir hayat sürmüş olabiliriz ama çoğumuz bu sayede saf kalabilmiştir. Aynı sebeple çabucak kandırılabilir, dolduruşa gelebilirler. Yazık o gençlere.
– Türk halkı mahcup durumdadır. Bir zamanlar bu topraklarda Türk lafı öyle yüceltilmezdi. Osmanlı’da işler bozulduğundan beri böyle. Akraba değil miyiz biz? Kan kardeşi değil miyiz? Hem soyların birbirinden ayrıcalıklı olması mümkün mü? Erzurum cephesinde savaşan İhsan Nuri Paşa Kürt değil miydi? Hamidiye Alayları komutanı İbrahim Paşa? Şecerelerimiz birbirine karışmamış mı? Birbirimizi kıstırıp bunaltmamız Kabil’in Habil’e diş bilemesi gibi… Kimse masum değil. Herkesin eli kirlendi.
– Aydınlar nerede? Başsız gövde olur mu? Bilmiyorum bu süreçte halkın içinde rahatça yönlendirme yapacak aydınlara özgürlük tanınacak mıydı?
İsmini sormadığım bu insan daha bir çok şey söyledi ama aklımda kalanlar bunlar. Elbette bu sözler üzerine kendi yorumum yazmam da mümkün. Ama bu arada hangi yanlış cümleleri kurarım, bilinçaltıma kazınmış hangi yönlendirmelerle çıkarsamalar yaparım bilmiyorum. Oysa gerçek hem saftır ve hem çok yönlüdür. Kimse ve hiç bir grup tam masum değildir. Sadece şunu söylemek istiyorum. Ben ataları Yörük olan İstanbullu bir Türküm. Artık kimsenin tuzunun kuru olmadığı şu zamanda Kürt kardeşlerimizle, Kürt halkıyla tam da onların istediği biçimde yine birlikte yaşayabilmeyi diliyorum Allah’tan.