Hancı – kervancı misali tanımlanan dünya hayatı insan tarafından bir aidiyet-mülk ilişkisi olarak kabul görür. Böyle olması da bir nevi zorunluluktur. Çünkü bu yapıyla insan dünyada kalır, mamur eder, meşakkatlerine katlanır. Dünya onun için bir sığınak, bir kale olur. Dünya hayatına dair hakikatle – dünyayı algılama ve inşa etme biçimimiz arasındaki bu mesafe, insanı yaşam içinde bir biçimde kuşatır. Birçok kayıplar yaşar mesela; para, aile, çocuk… Vs. Bunlar da insanı dünya hayatının hakikatleri olarak olgunlaştırır.
İnsan da her canlı gibi hayatta kalma mücadelesi verir. Bunun için de gerekli olan temel ihtiyaç; güvenli bir ortam ve hayatını idame ettirecek yemek imkânıdır. Tarih boyunca insanın yeryüzünde hareket gerekçeleri alt alta getirildiğinde bu iki nedenin başta olduğu görülür. İşte insanın güven ortamı vatan/ım dediği üzerinde yaşadığı toprak parçasıdır. Burada hayatını idame ettirecek yiyecek de bulduğunda artık huzurlu- güvenli bir hayata sahiptir demektir. Ailesi, çoluk çocuğu ve bütün toplum bu toprak parçasında güven içinde yaşamayı gerçekleştirirler.
Ne var ki işler her zaman bu şekilde gitmez. Özellikle iktidar mücadelesi insanın dünya hayatını belirler. İktidarın hak ve hakkaniyet bazlı inşası ve uygulaması, buna karşı olan çevreler tarafından sürekli müdahalelerle zorlaştırılır. Nitekim içinde yaşadığımız topraklar ve zaman parçası iktidar mücadelesi kavgası veren çevrelerin içinde yaşamak zorunda kalan ve oradan oraya savrulan insanları örneklendirmekte… Bu mücadelenin silahla yapıldığı durumlarda artık insan için güvenli ortam ve yemek imkânı da kalmamış demektir. Gerektiğinde üzerindeki giysilerle yollara düşerken, bu çok stresli, tehlikeli ve zor yolculukta birlikte yol aldığı ailesinden, yakınlarından birçok kişiyi de kaybeder. İşte buna zorunlu göç diyoruz ki belki de hayatta kalmanın en travmatik yüzüdür.
Zorunlu göçmen bir anda kendini farklı bir dünyada buluverir. Burada hem iklim hem gökyüzü, hatta koku bile farklıdır. Yaşadığı ülkeyi, ailesini, evini bildiği toprakları kaybetmek zorunda kalmak, ciddi psikolojik travmaya dönüşür. Bir anda koca bir belirsizlik içinde kalan insan kendi içinde çatışmalar yaşar. Kişiliği darbe almıştır, hayatı anlamını yitirir, bunun da akabinde depresyona girer. Bu gibi durumlarda insanların bir şok yaşama olasılığı çok yüksek. Bu duygusal travma veya kültür şoku şeklinde kendini gösterebilir. Çünkü farklı bir muhitte yetişmiş göçmenin, uyum mekanizması, insanlarla konuşma ve belirli bir şekilde tepki verme durumları, yeni geldiği ülke insanı ve farklı bir kültürel çevresine uymaz. Bunların neden olduğu rahatsızlık ve gerginlik, sürekli bir şeyleri yanlış yaptığı kaygısıyla iyice kitlenir. Bu uzunca süre devam edebilecek kültür şokunun belirtileridir aynı zamanda. Üstelik kendi isteğiyle yapmadığı bu zorunlu göç/menlik hali sürekli bir ‘neden’ sorgulamasını da beraberinde getirir. Uzun süren korku, kendini evinde hissetmeme duygusu insanlarda giderek artan boyutlarda bir takım psikozlar yaratabilir.
Tabi ki göçün psikolojik etkileri büyük ölçüde kişiye göre ve etkilenme düzeyi de farklıdır. Özellikle küçük çocuklar, yaşlı kimseler ve kadınlar bu travmatik durumdan en üst düzeyde etkilenmekte, çevreye uyum ve yeni dostlar edinmekte zorluk çekmektedirler.
Ülkemiz de son yıllarda bu sorunlarla kuşatılmış durumda. Her ne kadar ortak dini ve kültürel kodlar, mültecileri bir nebze rahatlatsa da insanların kayıpları ve yaşadıklarını zorlukları gidermemekte. Dil ve kültürel farklılık yanında ülke ve toplum hayatına uyum sorunu yaşanmaktadır. Bu travmatik durumdan en zararlı çıkan tabi ki çocuklar olmakta. Aile ve yakınlarını kaybetmenin sıkıntısı yanında bir de yaşadıkları istismarlarla büyümek durumunda kalmaktadır. Yetkililer bu durumda iki yüz – üç yüz çocuk olduğunu belirtmekte. Ve bu çocukların hepsi bir arada, kurum tarafından bakılması da tedavileri için yeterli olmamakta. Çünkü çocuk için en uygun ortam aile -ev ortamı olduğu bugün bütün dünyanın kabul ettiği bir hakikat. Dolayısıyla bu çocukların aile, kardeş, paylaşım, sevgi, saygı ve güven ortamına ihtiyaçları var. Zedelenen kişilikleri, ben/lerini tamir etmek için böyle imkânları olanların gönüllü aile olmaları hem bireysel hem de toplumsal sorumluluğumuzdan. Yetim babası, dostu bir Peygamberin ümmeti olarak da bunu düşünmek gerekir. Üstelik çocuğun hamisi devlet olduğundan bakım masrafları da devlete ait. Bu durum gönüllü aile için masrafı da ortadan kaldırırken belki ufak bir gelir de söz konusu olabilir. Burada bizi en çok mahremiyetler sıkıntıya sokabilir ki o da ev ortamlarının uygunluğuyla/mimari? Çözülebilir sanki…