Search for content, post, videos

Belgrat Ormanına Bırakılan Kız Çocuğu

İlknur Daşdemir. 28 Şubat mağduru bir hanımefendi. Başörtüsü yasaklarına karşı sesini duyurabilmek ve okuyabilmek için 28 Şubat kararlarını protesto eden eylemlere katılmış, gözaltına alınmış, incinmiş incitilmiş. Çocuk yaşta yaşından büyük olaylarla, acılarla karşılaşmış. Şimdi 28 Şubat sürecinde yapılanları bir de kendi dilinden dinleyip tarihe şahitlik edelim. Tutanaklara geçmedi belki ama dergi sayfalarına geçsin 28 Şubat zulmü…

Fatma Toksoy: İlknur hanım, 28 Şubat sonrası başörtüsü problemiyle ilk ne zaman karşılaştınız?

İlknur Daşdemir: 28 Şubat sürecinde Güngören Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciydim. İlk başörtüsü problemiyle karşılaşmam benim lise 2. sınıfta oldu. Bir gün okuldayız. Milli güvenlik dersimiz var ve askeriyeden birinin gelip bize ders anlatacağı şeklinde genel bir bilgi verilmişti zaten bize. O gün okulumuza içerisinde resmi üniformalı askerlerin olduğu askeri bir araba geldi. Arabadan dört tane asker indi ve Milli güvenlik dersi vermek için sınıfımıza geldi. Rütbeli olan dersi anlatıyordu, diğer iki asker arkasında tahtanın başında bekliyorlardı. Rütbeli, “Laik bir cumhuriyette yaşadığımızı, sistemin başörtüsünü kabul etmediğinden bizim başörtümüzü çıkartmamızdan, bu dersin bu şekilde işlenmesi gerektiğinden ve bunun yasal bir prosedür olduğundan bahsetti… Sonra da sadece bir derste açarsanız bir şey kaybetmezsiniz, diplomanızı ve eğitiminizi almak zorundasınız diyerek ekledi konuşmasına.  Bu gibi konuşmalarla bize psikolojik baskı yapıyordu. Biz de “Biz Allah’ın emriyle takıyoruz, siz yeni bir vahiy mi getirdiniz de çıkarmamızı istiyorsunuz.” şeklinde tepki gösterince askerler yaka paça bizi okuldan attılar ve Salı günleri okula kesinlikle almadılar.  Kapının önünde polisler beklemeye başladı. Daha sonraki günlerde artık tamamen okula girememeye başladık. Ve en sonunda devamsızlıktan okuldan tasdiknamemizi verdiler. Tasdiknamemiz verildikten sonra da başörtüsü hususundaki uygulaması bizim okuldan daha rahat olan Eyüp Anadolu Lisesine geçiş yaptım.

Fatma Toksoy: Peki orada uygulanmıyor muydu başörtüsü yasağı?

 

İlknur Daşdemir: İlk zamanlar evet uygulanmıyordu.  Ancak daha sonraları orada da okulun içerisine girememeye başladık. Derslere alınmadık. Müdürümüz bizi toplayıp artık bu şekilde başörtülü olarak derslere giremeyeceğimizden bahsetti. işin en garip tarafı bize başörtüsünün ehemmiyetini anlatan ve din derslerimize, Kur’ân-ı Kerîm derslerimize giren öğretmenlerimiz aracılığı ile de bunları anlatmış olmalarıydı. Öğretmenlerimizin hepsi 657’ye tabi olan memurlardı. Bize dinin emir ve yasaklarını anlatan başörtüsü takmanız gerekir diyen öğretmenlerimiz bu yüzden hiçbir şey yapamadılar sadece camlardan bizi seyredebildiler. Birkaç öğretmenimiz vardı bize destek olmaya çalışan. Mesela biyoloji dersimize giren öğretmenim okula örtü yüzünden gelemediğimiz günlerde benim rapor almama yardım ediyordu. O günlerde rapor almak da paralı idi ve benim sürekli rapor alacak param da yoktu. Bunun gibi  bize destek olmaya çalışan birkaç öğretmenimizin de başı belaya girmekteydi. Bazısı okuldan atıldı, bazısına maaş kesim cezası uygulandı, en sonunda farklı şehirlere sürüldüler.

 

 

Fatma Toksoy: Peki sizin okula alınmayıp dışarda beklediğinizi gören diğer liselerdeki arkadaşlarınızın tepkisi ne oluyordu bu duruma?

İlknur Daşdemir: Okulumuzun hemen yan tarafında ticaret lisesi vardı. Ticaret lisesindeki arkadaşlarımız siz ne yapıyorsunuz burada. Biz okuldan kaçıyoruz kafeteryaya gidiyoruz. E siz de gidin bakın nasıl olsa sizi de okula almıyorlar. Siz neden bir kafeteryaya gitmiyorsunuz, niye bir yerlerde oturmuyorsunuz, gidin dolaşın. O zaman şunu düşündüm. Arkadaşlarımız yaşıtlarımız bir edebiyat dersinde kompozisyon yazmayı öğrenirken biz kapı önlerinde dilekçe yazmayı öğrenmiştik. Hayat aslında bir şeyleri kendi kendine bize öğretmeye başlamıştı. Olgunluğu yeni bir hayat tecrübesini kazandırıyordu aslında 28 şubat. O benim için çok anlamlıydı doğrusu.

Fatma Toksoy: İlk yasakla karşılaşmanız ne zaman oldu?

İlknur Daşdemir: İlk yasakla karşılaşmamız okulun önünde binlerce polisin olduğu bir gündü. Öğrenci başına ikişer polis düşüyordu diyebilirim. Okulun etrafında, binaların tepesinde benim o zamanki boyum kadar silahların olduğunu hatırlıyorum. Uzaktan nişan almalı silahlar, çatıların üzerinde üniformalı polisler, oralardan sanki bize nişan alacaklar, sanki biz bir teröristiz çok kötü bir şey yapmışız, devleti ele geçirmeye çalışmışız gibi bir algı vardı açıkça söylemek gerekirse. Okulun önünde bekliyoruz başını açan girebilir dediler. Hiç kimse başını açmadı. Hepimiz kapının önünde bekliyoruz. Erkek arkadaşlarımız da hakeza derse girmediler. Bekliyoruz bekliyoruz kimse içeriye almıyor. Sonrasında polisler zorlamaya başladı madem girmiyorsunuz etrafı boşaltın şeklinde.

Fatma Toksoy: Peki ikna odalarına sizler de alındınız mı?

İlknur Daşdemir: Hayır, ikna odasına alınmadım. İkna odasına girmek için okula girmek gerekiyordu. Biz okulun demir kapısından bile başörtülü giremiyorduk ki… Polis şiddeti yüzünden okula giremediğimiz her gün için tutanak yazıyor ve üç şahit bulup imzalatıyorduk. Yanımızdaki okulda düz lise ve ticaret meslek lisesi öğrencileri kompozisyon yazarken, biz tutanak tutuyorduk. Sonra toplu bir şekilde sessizce okulun kapısında bekliyorduk. Ama zaman zaman polis zor kullanarak bizleri dağıtmaya çalışıyor ve o arbedede direnenleri polis otosu ile karakola götürüyorlardı. Ben de birkaç defa bu sebeple nezarethaneye götürüldüm. İlk nezarethaneye götürüldüğümde, zaman hiç geçmek bilmemişti. Bir gece kadar tuttular nezarette…Nezarette, loş bir ışıkta tuttular beni. Daha sonra savcılığa şikâyet etmek istediğimde ise orda tuttuklarına dair hiçbir belge olmadığından ispat edemedim. Bu ve bundan sonraki gözaltı sürelerimi de hiçbir belge olmadığından ispat edemedim.

Fatma Toksoy: Gözaltı dediniz, o zaman eylemler de yaptınız sanırım. Biraz da eylemleriniz hakkında bilgi verir misiniz?

İlknur Daşdemir: Elbette okula alınmayınca bir takım eylemler yaptık. Ancak eylem nedir nasıl yapılır bir fikrimiz, bir tecrübemiz de yoktu ki… Eyüp imam hatip lisesindeki eylemin ilk günüydü. Okul müdürü başörtülü okula giremeyeceğimizin anonsunu yaptı. Açıp girmek isteyenler içeriye, kalmak istemeyenler de evlerine dağılsınlar dedi. Ve istisnasız tüm okul bahçeyi boşalttı. Dağıldık. Önce Eyüp Sultan’daki meydana geldik Eyüp Sultan Camii’nin altında toplandık, orada ne yapmamız gerektiğini istişare ettik çünkü daha önce başımıza gelmiş toplu bir eylem deneyimimiz yoktu. Eylem kültürümüz de yoktu. Eylem bilgimiz de yok. Ne yapabiliriz, en iyisi biz okulun önünde oturalım dedik. Okulun önüne gittiğimizde bir kız arkadaşımız –ki sanırım bizim bir üst sınıfımızda olması gerek- ağlıyordu. Nedenini, neden ağladığını sorduğumuzda kapının önündeki bayan polisi göstererek “O benim ablam” dedi… Bu beni çok etkilemişti. Yani ablası olan o bayan polis de ağlıyordu. İçeriyle giremeyen ve kardeşi olan öğrenci de ağlıyordu.

Fatma Toksoy: Bu aralar sosyal medyada sizin Belgrat ormanına götürüldüğünüzün videosu yayınlanmaya başladı ve ben çok etkilendim o olaydan ve size yapılanlara çok üzüldüm, anlattıklarınızı hayal ettikçe öfkeyle karışık gözlerim dolmakta… Bir kez de okurlarımıza anlatır mısınız o olayı?

İlknur Daşdemir: Tabii ki anlatırım. Bir gün yine oturma eylemi yaptık. Polis ellerinde sopalarla beraber bizleri dağıtmaya başladı. O coptan kime ne kadar gelirse vurmaya başladılar. Dağılmamakta direnç gösteren bir gruptuk biz de. Bizleri hemen polis otolarına doldurdular. Biz önce şöyle sandık. İşte bizi karakola götürecekler, sorgulayacaklar sonra serbest bırakacaklar. Baktık karakola gitmiyoruz. Biz böyle bilmediğimiz ormanlık alanlara doğru gidiyoruz. Nereye diye bakınırken gördük ki hepimizi Belgrat ormanına gelmişiz. Belgrat ormanında herkesi sırayla indirmeye başladılar ama teker teker. Bir kızı indiriyorlar sonra araba tekrar yolda ilerliyor. üçer beşer kilometre arayla bizleri indire indire gidiyorlar. Ancak dikkat ediniz her birimizi tek tek bomboş bir ormana bırakıyorlar. Aramızda mesafelerle… Bir çok arkadaşımı aralarında mesafeler bırakarak indirdikleri gibi beni de Belgrat ormanının derinliklerinde indirdiler.  Tek başıma Belgrat ormanında kalmıştım ve benim gibi olan birçok arkadaşım da aynı kaderi paylaşıyordu o gün. Etrafımızda kocaman kocaman ağaçlar… Hafta içi olduğu için sessiz tenha, piknik yapan kimse yok. Ürkütücü. Çalıların ağaçların arasından her an biri çıkacak gibi korkuyorsunuz, ürperiyorsunuz.  16 yaşında genç bir kız, hatta çocuk ve tek başına ormanın derinliklerinde… Dümdüz yürüyorum, hani bir masal vardı bizim çocukluğumuzda işte ekmek ufaklarını bıraka bıraka geriye dönerken yolunu bulmaya çalışan bir çocuk vardı. O masalı hatırladım yürürken… Keşke dedim yanımda ekmeğim olsaydı hani gelirken otobüsten atardık belki de yolumuzu bulurduk.  O zamanlar tabii daha çocuksu şeyler düşünmektesiniz. Daha büyük düşünemiyorsunuz. O günden hatırladığım bir şey de sadece kafamda çok büyük bir uğultu olduğunu hissetmem. Gökyüzünden miydi o uğultu, ya da benim kafamda o düşünmüş olduğum şeylerden mi kaynaklanıyordu bilmiyorum ama o gün kafamdaki o sesleri o gürültüleri hiç durduramadığımı hatırlıyorum. Düşünmek istiyorum ancak kafamın içindeki düşünceleri toparlayamıyorum. Kafamın içinde kocaman bir fanus var düşünceler, kelimeler, cümleler kafamın içerisinde, o fanusun içerisinde dönüp dolaşıyor sanki. Sadece yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm… Dua etmek istiyorum dua etmeye çalışıyorum “Allah’ım bana bir yol göster!” diyebiliyordum o gün sadece. Saatlerce yürüdüm.  Sonra küçük büfe gibi bakkal tarzı bir yere denk geldim, orda işte artık ne kadar çok yorulduysam ağlaya ağlaya derdimi anlattığımı hatırlıyorum. Orada bakkaldaki amca halime çok acımıştı. Onu hiç unutmuyorum. Nasıl böyle bir şey olur? Sen gerçek mi anlatıyorsun? Böyle bir şey nasıl yapılabilir? Sen daha küçücük bir çocuksun, hani genç bir kadın değilsin, yetişkin bir insan değilsin bunu nasıl yaparlar? Dedi üzüntü ve şaşkınlık içerisinde…  Sonra cebime para koyup beni bir taksiye bindirdi. Bunu hiç unutmuyorum. Evime o şekilde gidebilmiştim. Ormandan çıkabilmek için o kadar çok yürümüştüm ki eve geldiğimde ayaklarımın altının kesik kesik yara olduğunu hatırlıyorum. Kızarmıştı, günlerce ayaklarımın ağrıları geçmedi. Demek ki saatlerce yürümüşüm.

Fatma Toksoy: Bütün bunlara rağmen eylemleriniz sürdü mü? Sanırım sizi yıldıramadılar…

İlknur Daşdemir: Evet, yıldıramadılar. Başörtümüzle okula girene kadar protestolar, eylemler yapacaktık.  . Bizim devlet yönetimini değiştirme, terör anarşi gibi olaylarla insanımıza devletimize zarar vermek vs. gibi bir niyetimiz yoktu ki… Tek sıkıntımız başörtüsüyle okulumuza devam etmekti. İzin verilmeyince okulun önüne protesto amaçlı siyah bir çelenk bırakmak istedik.  Bekliyoruz çelengi iki erkek arkadaşımız getirecek, meydanda toplanacağız okula doğru yürüyeceğiz ve okulun önüne siyah çelengimizi bırakıp sessizce oturacağız, okulun bitiş saati evlerimize döneceğiz, eylemimiz bu.  Daha biz böyle 50-60 kişi olduk olmadık, aldık çelengimizi,  bekliyoruz diğer arkadaşlarımızın gelmesini, birden onlarca polis üstümüze doğru gelmeye başladı. Kimisi sivil giyimli kimisi üniformalı polislerdi bunlar. Elinde siyah çelengi tutan arkadaşlarımıza ellerindeki büyük coplarla beraber hemen vurmaya itekleyip kakıştırmaya başladılar. Birisi başından copla vuruldu. Başında kollarında cop izleri yara izleri vardı. Arkadaşımız darp raporu almaya çalıştı. Ancak darp raporu verilmedi. Başında kanamasının olması, kollarında morluklar yaralar bulunmasına rağmen doktor ben sana darp raporu veremem dedi. “Neden?” diye sorduğumuzda “Sizi polis dövmüş ben veremem, kendi başımı belaya sokamam!”  dedi. Ve orda, o gün karşımızda genç bir kızın yaralanmasına rağmen rapor vermeyen Hipokrat yemini yapmış bir doktor vardı.

Fatma Toksoy: Nezarethanede kaldığınıza göre gözaltına alındınız sanırım.  Neler yaşadınız gözaltında iken? Sizi sorgularken ne sordular, nasıl sorguladılar?

İlknur Daşdemir: Evet, birinde bir gece nezarethanede kaldım sabaha kadar kaldığım geceyi hiç unutamam. Tek başıma bir odaya koydular. Önce 10-15 veya yirmi kişilik kalabalık bir grupla zaten almışlardı beni. Sonrasında beni ayrı bir odaya aldılar. Bekliyorum bekliyorum hiç kimse gelmiyor. Karanlık bir oda. Aynı filmlerdeki gibi. Tepenizde küçük bir ampulün ışıttığı loş bir odada bekliyorsunuz.  Sonra bir sivil giyimli bir polis geldi. Sorguya başlayacağız Hazır mısınız?”  dedi. “Hazırım!” dedim. Bana neden eylem yaptığımı değil, neden okulun önünde olduğumu değil, benim hangi örgüte bağlı olduğumu sordu. Israrla benim şu an ismini hatırlayamadığım bir örgütten bahsediyordu.  O dönemde Esra adında çok fazla arkadaşım var ve sınıf başkanım olan Esra’yı da Başkan olarak kaydetmiştim. Terörle mücadelede daha 18 yaşında bile olmayan bana, “Başkanınız Kim? Nerede ikamet ediyor? Sen örgütün İstanbul ayağı mısın?” diye soruldu. Bu örgütün hangi bağlantısında yer aldığımı, örgütle alakalı neler bildiğimi örgütün kurucunun kim olduğunu, işte benim bu örgütte zaten ileri bir pozisyonda olduğumu zaten bildiklerini ellerinde delillerin olduğunu söylemeye başladı. Ben de sadece şunları söyledim: Ben sadece 15-16 yaşında bir öğrenciyim. Ve sadece tek derdim okula girmek. Yani ben örgüt bilmiyorum. Devletle baş etmek nedir bilmiyorum. Sisteme karşı gelmek nedir bilmiyorum., bana bunları siz öğretiyorsunuz. Ben sadece bir öğrenciyim.” dedim. Sorgulamaları bittikten sonra “Tamam artık gidebilirsin” dediler. O şekilde çıktık. Ne bir kâğıt imzalattılar ne de bir kâğıdı imzalanması veya bir tutanağın tutulmasına gerektiğine dair bir bilgi verdiler. Bu konuda hiçbir bilgim yok, bıraktılar mı, çok şükür bıraktılar diyorsunuz ve çıkıyorsunuz. Çok şükür kurtuldum!” diye düşünmenin vermiş olduğu bir heyecanla hemen kaçıp uzaklaşmak istiyorsunuz. Hiç arkanıza bile bakmıyorsunuz, koşa koşa evinize doğru gitmeye çalışıyorsunuz. Çünkü yaşadığınız o kadar büyük bir şey ki 16 yaşındasınız, bir ampulün altında ellerini masalara vuran, duvarlara vuran bir adam var üç beş metre karelik bir odanın içerisindesiniz. 3-5 metrekarelik bir odanın içerisindesiniz ve size şiddet uygulanması an meselesi olan bir adamla karşı karşıyasınız ve bu normal şartlar altında bir insanları koruması gereken bir polisin olduğunu düşünüyorsunuz. Ve bunu size yapan bir polis. Polis bunu yaparsa çevredeki insanlar ne yapmaz!” endişesini her zaman yaşadık biz bu yüzden.

Fatma Toksoy: Peki bunları siz yaşarken aileniz ne düşünmekteydi? Yoksa haberdar değil miydi eylemlerden size yapılanlardan?

İlknur Daşdemir: Haberdar değildi ailem. Çünkü onlar sakınmaktaydılar beni. Kendileri 12 Eylül’ü bütün şiddetiyle yaşamışlar yaşayanları görmüşler ve pek çok olaylara şahit olmuşlar. Karakol, gözaltı polis asker denince endişelenmekteydi o günlerden kalan bir endişeydi bu, beni de korumaya çalışmaktaydılar bu yüzden. Ben de bir arkadaşımla beraber genelde ailemize söylemiyorduk olayları. O yüzden de sıkıntılıydık. Bu sıkıntımızı da birkaç arkadaşımız bilirdi.  Bir arkadaşımın ailesi ile benim ailem anlaşmışlardı, ara sıra okula gelip bizi kontrol ediyorlardı derslere giriyor muyuz girmiyor muyuz diye? Bir gün bir eylem yapıldı polis bizi sıkıştırdı ve otolarına aldı götürdüler hepimizi.  Ayvansaray’dan yukarı bizi götürüyorlar bir baktım arkadaşımın annesi. Annemle nöbetleşmişler, o gün arkadaşımın annesi gelmiş okula bizi kontrole. Ayvansaray yokuşundan iniyor. Kız arkadaşlarımızın bir kısmının durumdan haberi var ama bir kısmının yok.    “Ayşe teyze Ayşe teyze!”  diye polis otosunun camından el salladılar bağırarak… Tabii Ayşe teyze bizi camdan görüp derse girmediğimizi anladı. Biz de tutuştuk… Ama biz o kadar bir tutuşmuşuz ki bunu nasıl izah edeceğiz? Yalan söyledik çünkü. Derse giriyoruz biz eylemlere katılmıyoruz diye. Ailemize yalancı duruma düşmüşüz. Ayşe teyze zaten tansiyonu olan bir kadın. Caddenin ortasında fenalık geçirdiğini görüyoruz. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Polislere arkadaşlarımız artık yalvarıyorlar. “Polis amca ne olur hepimizi üç gün alın ama bu iki arkadaşımızı Allah rızası için bırakın. Onların gitmesi lazım bizi üç gün karakolda tutun hiçbir şey demeyeceğiz!” diye.  Polisler ikna oldular. Arkadaşlarımızın hepsi paralarını birleştirdiler bize para verdiler. Biz hemen bir taksi tuttuk sahile gittik. Çünkü arkadaşımın annesi ısrarla arıyor, telefon ediyor. Neredesiniz siz, neredesiniz siz? Ben sizi polis otosunda gördüm. İşte biz de sahile gelince oturduk ve ona “hayır polis otosunda değiliz. Eylem yapılacaktı, biz o yüzden derse girmedik sahile geçtik kitap okuyoruz, Eyüp sahilindeyiz.” Dedik. Ama o  “Hayır ben sizi polis otosunda gördüm nasıl olur böyle bir şey?” diyor. “Yok, biz polis otosunda değiliz!” dedik.  Ayşe teyze koşa koşa yanımıza geldi. Bizi görünce hem rahatladı hem şaşırdı. “Nasıl olur ben halüsinasyon mu gördüm? Aman Allah’ım bu 28 şubat beni halüsinasyon gördürmeye başlattı benim artık kesin bir doktora gitmem lazım” demişti. “Ben artık farklı şeyler olmayan şeyler görüyorum” diyerek aylarca psikoloğa gitmişti. …Bu meselenin üzerinden yıllar geçmiştir hâlâ bilmezler bizim yalan söylediğimizi, aslında o polis otosundakilerin bizler olduğunu bilmezler.

Fatma Toksoy: İrticacı olarak yaftalandınız. Biliyor muydunuz o zamanlar irtica ne demek irticacı ne demek?

 

İlknur Daşdemir: Hayır, önceleri bilmiyordum.  İrticacı kelimesini ben ilk Nişantaşı’na gezmeye gidince duydum. Nişantaşı’nda arkadaşlarla gezerken, ‘İrticacılar burayı da sarmış’ diyerek sataşıldı bize.  Böylece kendimizi Nişantaşı dışında bulmuştuk ve irticacı kelimesini ilk kez orda duymuştum. Eve gelip araştırdım ve irticacı kelimesinin manasını; “geriyi isteyen, teknolojiye ve çağa ayak uydurmayan insan” olarak öğrendim ve kendimi kontrol ettiğimde ben öyle biri değildim. Yüzlerce kitap okudum ve devam ediyordum okumaya, bilgisayardan anlıyorum ve kendimi aydın olarak görüyordum. O dönemde gazeteler, irtica kelimesinin anlamını değiştirdiler ve oluşturdukları kamuoyu ile başörtülü, cübbeli insanları yobaz, gerici ve irticacı olarak yaftaladılar.

 

Fatma Toksoy: Gazeteler dediniz de sahi bazı gazetelerin haberleri sizi nasıl etkiledi? Yaptıkları manşetleri hatırlıyor musunuz?

 

İlknur Daşdemir: Elbette pek çoğunu hatırlıyorum. İmam Hatip Liseleri “İrtica Yuvası” olarak lanse ediliyordu medyada. Bir gün okula giderken önünde binlerce polisin konuşlandığını, çevredeki binaların tepelerinde tetikçilerin olduğunu görünce herhâlde “PKK şehre indi” dedim. Bildiğim tek örgüt PKK idi çünkü ve onlar için geldiklerini düşündüm. Öğrenci başına neredeyse dört polis ve boyum kadar silahları vardı. Başörtülü olan kimseyi içeri almıyorlar. 3 ay boyunca tek öğrenci girmedi ve yoklama alınamayınca ikna odalarında görüşmelere almaya başladılar.

Medya “Gerekirse Silah Kullanırız” şeklinde başlıklar atıyordu ve polis artık istediği gibi şiddet uyguluyor, çembere sıkıştırıyor ve nezarete götürüyordu. Bir gün eylemde beni alarak terörle mücadele şubesine götürdüler. “Hangi örgüttensin?” diyerek sürekli soru soruyorlardı. Korkudan bildiğim tek örgüt olan “PKK’dan değilim ben!” diyerek cevap veriyordum ama dinlemiyorlardı. Amaçları, bana bir örgüt üyesi yaftası vurup, arkadaşlarıma da “Bu sizi kullanıyor.” diyeceklerdi.

Fatma Toksoy: Peki medyadaki sergiledikleri, düzenleyip oynadıkları senaryolardan birine sizi de dâhil etmek istemişler, nasıl oldu bir de okurlarımıza bahseder misiniz bundan?

 

İlknur Daşdemir: Eyüp’te yaptığımız bir eylemde, tanımadığım bir insan kolumdan tutarak beni bir ara sokağa götürdü. Arkadaşlarım engel olmaya çalıştı fakat onları da adamın arkadaşları engellemişti. Tanımadığım bu adam bana “Atatürk’ü sevmediğimi, irticayı bu ülkeye getireceğimi” söylememe karşılık para teklif etti. “Ben irticacı değilim” diyerek itiraz ettim. Ve: “Ben başörtüsüz insanların da bir gün aynı şekilde haklarının elinden alınması durumunda yine bu gün olduğu gibi aynı şekilde karşı çıkacağım” diyerek o kişiye tepkimi koydum. İki ay sonra farklı bir eylemde de bunun tam tersi bir teklifle karşılaştım.  Biri arkadaşlarıma ve bana, “ sizi yurtdışına gönderelim, orda eğitiminize devam edin.” Deyince yine aynı şekilde ona da itiraz ettim.

Fatma Toksoy: FETÖ yani Fethullah Gülen  “Sisteme itaat etmeyen bizden değildir” veya “Başörtüsü füruattır” diye fetva verince neler oldu?

 

 

İlknur Daşdemir: “O dönemde, Fetö “Sisteme itaat etmeyen bizden değildir, sisteme ayak uydurmak zorundasınız.” Veya “Başörtüsü füruattır, başlarınızı açın” yönünde fetvalar verince, yine bazı arkadaşlarımız başlarını açtılar ve biz azınlık durumuna düştük. Mezun olmamıza 3 ay kala, şerhli tasdikname ile okuldan atıldık. Bir hafta içinde kayıt yaptırmak zorundaydık ve şerhli tasdikname gereği gideceğimiz okulun İstanbul’a uzak olması gerekiyordu. Ben Manisa’ya gittim, bazı arkadaşlarımız Trabzon, Ardahan hatta 3 ay için Hakkâri’ye giden arkadaşlarımız vardı.

Fatma Toksoy: Üniversite sınavına girerken zorluk yaşadınız mı?

İlknur Daşdemir: İlk ÖSS sınavında Başörtümden dolayı alınmadım. Ancak hiçbir zaman yasağın düzeleceğine dair olan umudumu hiç yitirmedim. Ve her sene tekrar tekrar sınav müracaatımı yeniledim. Sınava başörtülü girebildiğim zamanlarda da kat sayı engeline takıldım. Benimle aynı puanı alan düz lise mezunları iyi üniversitelerde iyi yerleri kazanırken bizler hep açıkta kaldık. En sonunda bu şartlar altında ne doktor ne mühendis yapacaklar beni diyerek, başörtü ile okumamın en kolay olduğu bölümü ilahiyatı seçtim. Ama ne yazık ki zaman zaman orada da sıkıntılarla karşılaşıyorduk. Ak Parti Hükümeti ile ne kadar rahatlama gelse de yine de problemler vardı. 8. Yılımdayım ve mezun olamazsam bunca yıllık emeğim hiç olacak ve okuldan atılacağımdan dolayı ilk defa içimi bir karamsarlık kaplamıştı.  Bir gün haberlerde, Başbakan Erdoğan, “Hiç kimsenin eğitim hakkı engellenemez. Her ne olursa olsun, insanlar başörtüleriyle okullara girebilecek. Başörtüsü mağdurlarının haklarını geri vereceğiz ve üniversitelere kayıt olan bir öğrenci kendi isteği ile olmadığı sürece okuldan kaçıncı yılı olursa olsun atılamaz!” Diye açıklama yapınca rahatladım. Zaten o sene de başörtü serbest oldu ve biz de on yıllık yasağın ardından mezun olabildik.

Fatma Toksoy: Yaşadığınız bu 28 Şubat dönemi sizi nasıl etkiledi mi? Sizlerde ne tür derin izler bıraktı?

İlknur Daşdemir: Annelerimiz bizi peri kızı gibi masal prensesleri gibi severdi. kız çocuğusunuz yani başka türlü nasıl sevebilirler ki zaten sizi. İşte “benim güzel kızım, benim güzel prensesim” diye severdi annem. Biz hep bir masal dünyası içerisinde yaşadığımızı sanıyorduk. Hiç kötüler yok etrafımızda hep iyi insanlar var sanırdık. Yaşadığımız dünyayı hep iyi sanırdık.28 Şubat süreci ile beraber biz Gargemellerin olduğunu, masalların sadece peri kızlarından prenslerden prenseslerden oluşmadığını fark ettik. Yaşadığımız o dönem bizi çok etkilemişti. Artık hiçbir şeyin bir masal kadar güzel olmayacağını da fark ettik. 28 Şubat benden insanlara iyi niyetle bakma düşüncesini götürdü. Onun dışında 28 Şubat sürecinin bana kazandırdığı çok şey vardır diyebilirim elbette bu sıkıntıları yaşamayı hiç kimse hayal etmez. Bu gün bu yasak tekrar devam etse aynı şeyler yine olsa dün yaptıklarımı bu gün yine aynen yapardım.

Bunları 28 Şubatta yaşananları bize yaşatılanları unutmayayım unutturmayayım, çocuklarım bunları bilsinler ve yarın olabilecekler karşısında aynı dirayeti onlar da göstersinler diye çabalamaktayım. Ben bugün öfkemi dindirirsem, ben bugün yaşadıklarımı hafızamdan silmeye çalışır unutursam gelecek nesillere hiçbir şey aktarmazsam hiçbir şey bilmeyen nesil olmuş olacak. bu gün birileri bunları bilsin ki yarın olabileceklerin önüne set çekilebilsin. Çünkü dün biz bilmiyorduk. Bizden önce yine bir başörtüsü mağduriyeti olmuş. Bize bunlar anlatılmadı. Biz bunları bilmediğimiz için ne yapacağımızı da bilmiyorduk. Sudan çıkmış bir balık gibiydik. Nereye tutunacağımızı hangi dala sahip çıkacağımızı bilmiyorduk. Ama ben bu gün her önüme gelene bunu yapılanları anlatmaya çalışıyorum ki yarın öbür gün Türkiye’de yeni bir düzen geldiğinde yeni bir sistem karmaşası olduğunda yeni bir yasaklar dünyası geldiğinde birileri en azından geçmişte bunlar olmuştu ve acı çeken insanlar olmuştu ve ben böyle olmasını istemiyorum diyerek direnç gösterebilsin istiyorum.

Biz kazandık çünkü inandık çünkü saf ve temiz adımlarımız vardı. Onların sandığı gibi dış bağlantılarımız iç bağlantılarımız, siyasi politik düşüncelerimiz hiçbir şeyimiz yoktu. Biz sadece saf ve temiz duygularla inandıklarımızın peşinden gittik ve inandıklarımız da bizimle beraber geldiler.

Fatma Toksoy: Şimdi ne iş yapmaktasınız?

İlknur Daşdemir: Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni ve Atatürk Üniversitesi Çocuk Gelişimi’ni bitirdim. İstanbul’da kendime ait Allah’ın nasip ettiği bir anaokulumuz var Özel Bağcılar Masal Çocuk Anaokulu. Orada kurucu ve genel müdür olarak görev yapıyorum. Çeşitli dernek ve STK’larda eğitim Koordinatörü olarak görev aldım. Önder Kültür Sanat Komisyonunda görevliyim ve Ak Parti İstanbul il Kadın Kolları Yönetim Kurulu üyesiyim.

Bir daha 28 Şubatlar yaşanmaması temennisiyle İlknur hanıma şükranlarımı sunuyorum.

İlknur Daşdemir’den bir acı hatıra: Siyah çelenkle  protesto eden öğrencileri polis darb ederken.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *