Search for content, post, videos

HAŞHAŞÎLER YAŞIYOR MU?

 

Uyuşmuş zihinler, uyuşturulmuş beyinler… Haşhaş… Haşhaşî, Haşîşiyye, Haşîşî, Haşîşîn, Haşîşiyyûn, Haşîşiyyîn, Haşşâşûn, Haşşâşîn, Haşhaşîler[1]… Kısacası bu kelimelerden hangisi ile hitap ederseniz edin yolu aynı kapıya çıkar: Haşhaşîler, uyuşturulmuş beyinler… Efendim denilir ki Nizârî İsmâililer’i uyuşturucu özelliğiyle tanınan ve Hint keneviri ve bundan elde edilen esrarı kullanıyorlardı, bu yüzden onlara Haşâşî denildi. Kimisi de der ki hayır, haşhaş kullanıyorlardı o yüzden onlara Haşhaşî denildi.

Bu konuyu bütün detaylarıyla inceleyen Onur K. Şentürk Bey de şöyle der tezinde: “Arapça’da Kunnâb / Kınnâb, ya da daha yaygın olarak haşaş / haşiş olarak adlandırılan bitki, Türkçe’de esrar olarak adlandırılan “Cannabis Sativa ssp İndica veya Cannabis Sativa ssp. Narcotica” bitkisidir. Diğer taraftan yaygın bir yanlış kullanım olarak Türkçe’de “Haşhaş bitkisi” ile karıştırılmaktadır. Türkçe’de Afyon olarak da geçen ve etken madde olarak uyuşturucu etkili Afyon sakızının elde edildiği bitki, Haşiş olarak bilinen “Cannabis Sativa” bitkisinden tamamen farklı “Papoveraceae familyasından” gelen bir bitkidir. Halk dilinde ise yaygın olarak haşhaş, Afyon yerine kullanılmıştır. Nizârî İsmâilîleri’nden Haşaşiyye olarak bahseden Türk araştırmacıların çoğu bu hataya düşmüşler ve “Afyon bitkisi” ile “Haşiş” bitkisini karıştırmışlardır. Türkçede Haşhaş olarak yaygın kullanılan Ophium / Afyon bitkisi “ Papaver Somniferum Limni” bitkisidir. Babaoğlu, bu bitkinin “Çincede A – fu – gang” olarak bilindiğini, Hintçe’de ise “Haşşika” olarak adlandırılmakta olduğunu belirtmiştir. Dolayısı ile iki bitkinin karıştırılmaması gerektiğini, Haşaş / Haşiş ile kastedilen bitkinin Cannabis Sativa yani argoda esrar olarak bilinen bitki olduğunu belirtmek, Türkçe yapılan araştırmalar için uygun bir düzeltme örneğidir.”[2]

Ferhad Defterî ise İslâm’ın diğer toplulukları tarafından dışlanan Nizârî mezhebinin dinsiz sayılmasının, onların haşaş kullandıkları gibi hikâyeler uydurularak Batılılara aktarıldığını iddia eder. Bu kanı XIII. y.y.’dan bu yana haşaşın zararlı etkilerini eserlerine taşıyan Müslüman âlimlerin oluşturdukları haşaş kullanan kişilerin, dinsiz, kâfir sayılacağına dair olan algının bir yansımasıdır. Haşaşiyye terimi ise haşaş kullanımı ile XII – XIII. y.y. Mısır’ında düşük seviyeli halkı adlandırmak için, dinsiz sürüsü anlamına yakın bir anlam vermek amacıyla kullanılmıştır.”[3]

İsmâilîler ve Nizârî İsmâilîleri genel olarak İslâmî kaynaklarda kâfir ya da çoğulu küffar, sözlerinde “ilhad” yani sapkınlık bulunduğuna imâ maksatlı için “mülhid” ya da çoğulu mülâhid, Rafızî ya da çoğulu olan Revafız, zındık ya da çoğulu zenâdık, bâtıni şekillerinde ve melâhide, İsmâilî, Nizârî, İsmâilîler olarak anılmışlardır. Az sayıda Müslüman tarihçi esas olarak on üçüncü yüzyıldan itibaren Suriye (Şam) Nizârîleri için Haşhişi terimini kullanmışlardır. er-Ravendi de İsmâililer’i, “lanetli mülhidler” olarak adlandırılmıştır. İbn Haldûn ise hem “Haşaşiyye” terimini kullanmış hem de İsmâilîler’i, “İsmâilîyye” ve “Bâtıniyye” terimleriyle anlatmıştır. Hatta Suriye’deki İsmâilîler’den Fidâviyye olarak bahseder. İşin ilgi çekici tarafı İran kökenli kronikçiler de Haşhaşîleri yani Nizarî İsmâilîleri’ni “Mülhid” olarak adlandırmalarıdır.[4] Sanırım İsmâilîliğin Şiiliğin en uç kolu olmasından dolayıdır bu adlandırmaları.

Ebû Şame, Suriye’deki İsmâilîler’den “Haşîşiyye” ve reisleri Râşidüddin Sinân’dan “Sâhibü’l-haşîşiyye” olarak bahseder.[5]

Ancak, yine de Haşhaşîler’in tamamını esrar içen kimseler olarak düşünmemeliyiz. Yaygın kabul, fırka liderlerinin görevlendirdikleri fedâîlere vecd içinde cennet hayalleri görüp ölümü cesaretle karşılamaları ve yapacakları işlerin sonunda ulaşacakları nimetleri önceden tatmaları için esrar içirdikleri yönündedir.[6]

Haçlılar’ın uzun süre Ortadoğu’da kalması ve çeşitli vesilelerle elçi teatisi, Batılılar’ın Haşhaşîler’le ilgili tamamlayıcı bilgilere sahip olmalarını, onları yakından tanımalarını sağlamış ve Haşhâşî kelimesi “Accini, Arsasini, assassin, asssissini, heysesissini, Hesesini, Hashishin” gibi zaman içinde değişerek; önceden verdikleri “gayretli ve fedakâr, sevdiğinin emirlerini yerine getirmek suretiyle cennete girmeye hak kazanacak bir assassin” manasından tamamen tersine döndürülerek, oryantalizmin ve misyonerliğin hatta Haçlı zihniyetinin ve siyasetinin etkisiyle ve çoğu kez belki İslâm korkusunu (İslamofobi) desteklemek için kullandıkları, “kiralık /profesyonel katil, haince adam öldüren, gizli katil, suikastçı” manasına gelen “assassin” kelimesine dönüşmüş, hatta İngilizce ve Fransızca’da “assasination” fiil halinde kullanılarak “suikast” manasına gelen tek kelime olmuştur.[7]

Adları ne manaya gelirse gelsin, nasıl adlandırılırsa adlandırılsınlar zihinleri ister esrar veya haşhaşla ister telkin veya büyü ile isterse inandıkları dava uğruna uyuşturulmuş olsun, bana göre Haşhaşîler, yaşadıkları sapkın dinden dolayı Müslümanlardan nefret eden ve parası verildiğinde de hem Müslümanlardan hem de diğer dinlerden önemli kişileri yok edecek kadar gözü dönmüş bir cemaattir. Her türlü ideoloji, mezhep, din, ırk, millet ve ülkeye, devlet kademesine sızacak kadar bilgiye ve istihbarata sahip fedâî grubudurlar. Sıvı gibi bulundukları kabın şeklini alan bir örgüttürler. İşin garibi, her ne kadar Haçlılar-Siyonistler, Haşhaşîler’i kötüler gibi görünseler de onları maşaları olarak kullanan ve destekleyenler, hatta onlar üzerinden Müslümanlara ve İslâmiyet’e saldıranlardır. Bu görüşümü destekleyen bilgiler de vardır. Şarkın En Sevgili Sultanı Selâhaddin Eyyûbî kitabımızı yazarken yaptığım araştırmalar neticesinde Haşhaşîler arasında 4000 kadar Yahudi’nin de olduğu[8] bilgisine ulaştım. Hatta DİA Haşîşiyye maddesinde kurbanlarının bir kısmının idareci bir kısmının da dini sınıftan geldiği ve öldürülenlerin genelinin de Sünni olduğu bilgisi yer almaktadır. Biliyor musunuz, Haşhaşîler genel olarak Şiîler’e Hristiyanlara ve Yahudilere saldırmamış, suikast yapmamışlardır? [9] Yani genelde- çıkarlarına dokunan veya menfaat için yaptıkları hariç-Yahudi, Şiî ve Hristiyanlarla bir dertleri olmamış bu örgütün. Oldukça manidar görünen bir durum bu. Ve sanırım o zamandan bu zamana bir şey değişmedi. Müslümanlar aynı Müslüman. Hristiyanlar aynı Hristiyan, Yahudiler aynı Yahudi, ve Haçlılar da aynı Haçlı… Değişen tarihler ve tarih tekerrür etmekte hep. Haşhaşîler’in de tarihin sahnesinden silindiğine inanmıyorum belki sığınaklarında yıllar boyu Templierler, Tapınakçılar gibi benzeri yöntemlerle beklemekte, susmakta, yanardağ misali vakti gelince patlamaktalar veya bir takım şer odakları emellerine ulaşmak için onların teknik ve yöntemlerini kullanmaktalar. Nitekim bazı ezoterizm uzmanlarına göre ise Tapınak Şövalyeleri ile Haşhaşîler arasında kendilerine has ezoterik (gizlemli) ve Bâtıni itikatların paylaşımında pek çok ortak husus mevcuttur denilmektedir. Hatta Ahmet Özemre makalesinde: “Mâbed Şövalyeleri Hasan Sabbâh’ın “Haşhaşîler örgütü” ile de temas kurdular. Böylece, gizli kalmak ve bu yolla kudretini arttırmak isteyen bir örgütün yapısı hakkında da örgüt üyelerinin birbirlerini tanımak için işaretleşme kodu kullanmaları hakkında da fikir sâhibi oldular[10]” diyerek Haşhaşîler’in yöntemlerinin daha sonra Tapınak Şövalyelerince de benimsendiğini ortaya koymaktadır. Öyle ya da böyle Haşhaşîler bir şekilde yaşıyor veya yaşatılıyorlar… Çünkü son 15 Temmuz darbe teşebbüsü bize göstermiştir ki yapılanlar Haşhaşîler’in tekniklerine, yöntemlerine benzemektedir. Bunu neden böyle diyorum, çünkü olaylara baktığımızda aynı teknik ve yöntemlerle devlet içine sızdıklarını görmekteyiz FETÖ Örgütünün de… Hele hele Haşhaşîler’in suikast ve yaptıklarından bazı örnekler verdiğimde sizler de belki benim gibi şaşıracaksınız. Sizleri fazla merakta bırakmadan anlatayım. Efendim; yaşadıkları dönemde içlerinde Yahudi fedâîlerin de bulunduğu Haşhaşîler, fedâîlerini değişik taktik ve metotlarla sûikasta gönderirlermiş. Bu taktiklerden biri de “Sızma Taktiği”. Fedâîler, derviş, dilenci, sûfi, Hristiyan keşiş, asker, Türk askeri, kadın, tüccar, seyis, medrese öğrencisi, has oğlanı / sultanın yakın koruma askeri gibi kılıklara girmişler ve eylemlerini bu kılıklarda iken gerçekleştirmişlerdir. Hangi kılıkta ve görevde sızdılarsa bulundukları yerde aylarca hatta yıllarca, sessizce, güveni sağlayarak, görevlerine onlardanmışçasına devam etmişlerdir, büyük bir gizem içinde…

Devletler, bu durumu fark ettiklerinde önlemler almakta gecikmemişler. Onur K. Şentürk Bey şöyle demektedir tezinde: “Devletin olağanüstü koruma önlemlerinin de alınmaya başlamasıyla bu durum Nizârîler tarafından bir zorluk halini almıştır ve beraberinde hedefi, uygun zaman ve mekâna çekememe sıkıntısını yaratmıştır. Bunun çözümü ise uygun zaman ve mekânın hedefin yanına çekilmesi ile atlatılmıştır. Bu taktiğin uygulanışında hedef kişinin fedâînin olduğu yere gitmesi beklenmemekte, fedâî hedef kişinin en yakınına yaklaşabilmektedir. Dolayısı ile uzun süre sızma taktiğinde kendisini gösteren çözüm, hedef kişinin makamına, evine, yakınına onun güvenini kazanarak sokulan bir fedâînin kullanılmasıyla gerçekleşmektedir. Fedâî böylece sızdığı hedefin yakınında üstlendiği kılık ve rolü oynamakta, uygun bir zamanını bulduğunda ise hedefi öldürebilmektedir. Dolayısı ile hedefin sahip olduğu güvenli bölge ve koruma algısı bir illüzyon ile gölgelenmektedir. Zira güvendiği mekân ve yer, aslında saldırıya en açık olduğu bölge haline getirilmektedir. Bu eylem tarzının tarihsel örnekleri oldukça fazladır. Yukarıda bahsettiğimiz anlık ve eyleme yönelik kılık değiştirme işinin daha profesyonel ve uzun sürelisi olan sızma taktiği, Nizârîlerin kalkıştıkları büyük suikastlarda başarılı olmalarının önemli nedenlerinden birisidir. Hodgson ve Lockhart, Nizârîlerin potansiyel düşmanlarının yanına aylarca hatta bazen yıllarca darbe indirmek için uygun anı bekleyebilen fedâîler yerleştirmiş olduklarını onaylamaktadırlar. Bu ise bazı suikast ve suikast teşebbüslerinde fedâînin kurbana en yakın kişilerden birisi olabilecek kadar yaklaşabilmesini de gerektirmektedir. Kimliklerini gizleyerek, kalkışmış oldukları bu durum, fedâîlerin uzun süreli pusu kurabilmesine imkân tanımış ve el-İsfehanî’nin tabiri ile “padişahların en yakınlarına dahi güvenmemeleriyle” sonuçlanmıştır.”[11]

Haşhaşîler’in bu sızma taktiğini kullanarak nice devlet erkânına sûikast düzenledikleri vakidir. Haşhaşîler’in “Kılık değiştirme taktiğiyle” sızarak yaptıkları suikastlarının başında belki de en ses getireni Nizâmülmülk suikastıdır. Nizâmülmülk sûikastında fedai sûfi yani derviş kılığında yaklaşmıştır Selçuklu’nun büyük vezirine (1092)… Sultan Berkyaruk’a suikast teşebbüsünde maske takmış bir fedâî şeklinde (1095), Tacir Ebû Harb İsa b. Zeyd el – Hocendî sûikastında tüccar kılığında kervana sızarak (1111), Hıms Emiri Cenahü’d – Devle Hüseyin sûikastında sûfi kılığında (1103), Efâmiye Valisi Halef b. Mülaib sûikastında Serminli halk kılığında (1106), Selçuklu Veziri Fahrülmülk b. Nizâmülmülk sûikastında dilenci kılığında (1106), İsfehan Kadısı Ubeydullah el – Hatib sûikastında cemaatten biri kılığında halkın arasına karışarak (1108 – 1109), Musul Emiri Mevdûd b. Altuntekin sûikastında dilenci kılığında (1113), Emir Aksungur el – Ahmedili sûikastında dilenci kılığında (1115- 1116), Vezir Kemalü’l – Mülk sûikastında yerel esnaf / halk kılığında (1121), Halep Kadısı İbn Havşab sûikastında derviş kılığında(1125), Emir Aksungur el -Porsukî sûikastında sûfi kılığında (1126), Vezir Muinü’d – Din Muhtassü’l-Mülk sûikastında seyis kılığında(1127), Tacü’l – Mülk Böri sûikastında Türk askeri kılığında(1131), Emir Cevher sûikastında kadın kılığında(1141), Seçilmiş Kudüs Kralı Conrad de Monteferrat sûikastında keşiş kılığında(1192), Fakih Fahreddin er-Râzî sûikasti teşebbüsünde medrese öğrencisi kılığında (1209), sızarak suikastlarını düzenlemişlerdir.[12]

Haşhaşîler, Selâhaddin Eyyûbî’ye iki kere sûikast teşebbüsünde bulunurken Selâhaddin’in kendi askeri kılığına girerek sızmışlardır orduya. Önceki sûikast teşebbüsünün başarısız olması Haşhaşîler’in lideri Sinân’ı durduramamıştır… Hicri 571 yılı Zilkade ayında (Mayıs 1176) yine bir grup fedâîsini, yine asker kılığında Selâhaddin’in ordusuna sokmuştur. Olay şöyle gerçekleşmiştir:

Fedâîler, Selâhaddin’in askerleriyle beraber güya savaşıyorlardı. Aslında savaşıyor gözüküp sultanı öldürmek için fırsat kolluyorlardı. Askerin kuşatma ile meşgul olduğu bir andı. Selâhaddin, askerini savaşa devam etmelerini teşvik etmek amacıyla Emîr Cadelî el-Esedî’nin çadırına gitmişti. Haşhaşîler’den biri hızla sultanın üzerine elinde hançerle saldırdı. Hançeri Selâhaddin’in başına sapladı. Sarığının altına giydiği miğfer sayesinde ölümden kurtuldu. Fedâî ikinci kez hançeri salladı ve Selâhaddin, sadece yüzünden, yanağından yara aldı. Sultan Selâhaddin onu etkisiz hale getirmek gayesiyle üzerine çullandı ama fedâî elindeki hançeri hâlâ sallamaya devam ediyordu. Bu arada Emîr Seyfeddin Yazgüç yetişti ve suikastçıyı öldürdü. Daha sonra Selâhaddin’in üzerine ikinci fedâî saldırdı. Onu da Sultanın diğer emiri Davud b. Mankilan öldürdü. Bunun üzerine üçüncü Haşhaşî de saldırdı. Selâhaddin’e… O da öldürüldü. Diğer suikastçı da çadırdan çıkıp kaçmaya başladı. Onu da askerler takip edip öldürdüler. Bu olay üzerine Selâhaddin askerinin tamamını denetleyip kontrolden geçirdi. Tanıdıkları muhafız alayında kaldı. Tanınmayanlar ordudan ve sultanın etrafından uzaklaştırıldı. Bundan sonra sultan suikast ihtimaline karşı tedbirli davranmak zorunda kaldı. Koruma tedbirleri çerçevesinde Sultanın çadırının etrafına tahtadan yüksek barikatlar kuruldu. Artık Selâhaddin, eskisi gibi ordusunun içinde serbest gezemeyecekti…[13]

Haşhaşîler, sadece kendi mezheplerine muhalif gördükleri emir ve devlet adamlarını öldürmekle kalmıyorlar; rakiplerini bertaraf etmek isteyen siyasilerin de isteklerini para karşılığında yerine getiriyorlardı. Kiralık katildiler aynı zamanda… İşte bir örnek. Efendim, İsfahan Şıhnesi Emir Bilge Beg Sermez (Ağustos 1100), Sultan Muhammed Tapar taraftarıymış. Bu yüzden de rivayete göre, Sultan Berkyaruk’un tuttuğu kiralık katil olan Haşhaşî fedailerinin suikastına kurban gitmiştir. Nizârî fedâîlerine karşı her zaman tedbiri elden bırakmadan zırhını kuşanarak dolaşan Emir Bilge Beg, bir gün zırh giymemiş. Ve zırhsız (günümüzde çelik yelek) olarak az sayıda muhafızıyla Muhammed Tapar’ın sarayına gitmiş. Ve orada bulunduğu sırada fedâîler tarafından öldürülmüştür. Onu öldüren fedâîlerden bir tanesi de yakalanarak olduğu yerde öldürülmüştür. Bu sırada emirin oğullarına da saldırılmış ve emirin evinden sabaha kadar beş kişi daha fedâîler tarafından öldürülmüştür. Burada dikkati çeken mevzu, her zaman zırh ile dolaşan, tedbirli bir emirin, zırh giymediği bir güne denk gelen / getirilen suikast eylemidir ki; bu bize fedâîlerin eylemden evvel ön istihbarat çalışması yaptığı ve öldürecekleri kişiyi yakın takibe alıp izledikleri izlettiklerini göstermektedir.[14]

Şimdi azizim, FETÖ darbe teşebbüsünde Cumhurbaşkanımızın yerini bulmaya çalışanların yukarıda anlattığım olaydaki gibi onun tatil beldesinde olduğunu haber verenlerin ve oraya baskın yapanların, Emir Bilge Beg’in zırhsız ve az muhafızla yola çıktığını haber veren ve bu haberi alıp, bu anı kollayıp da suikast tertipleyen Haşhaşîler’den ne farkları var? Söyleyeyim, Hiçbir farkı yok. Yalnızca adları FETÖcü ve  çok şükür başaramadılar. Fethulllah Gülen’in çizdiği  din adamı profili adı altında ‘uluslararası faaliyetler gösteren gizli bir istihbarat kuruluşu’ şeklinde teşkilatlanarak sağlık-hukuk-adalet-istihbarat-ordu başta olmak üzere devletin her kademesine sızması bir Haşhaşi taktiğidir.

Gelelim yine bir başka Haşhaşî suikastına: Selçuklu’nun ünlü veziri Nizâmülmülk’ün büyük oğlu Fahrülmülk önce Berkyaruk’un, ardından ise Sencer’in vezirliğini yapmıştır. Fahrülmülk, Nizârîlere sert biçimde muhalefetiyle bilinmektedir. Bir gün yanına yaklaşan zavallı- dilenci görünümlü bir şahıs “Müslümanlık gitmiş, zulme engel olacak mazlumun elinden tutacak kimse kalmamış!” diye bağırarak onun ilgisini çekmiştir. Fahrülmülk bunun üzerine bağıran adamı yanına çağırarak ona bunun nedenini sormuş, esasında bir fedâî olan adam Fahrülmülk’e elindeki dilekçe mahiyetindeki bir Rik’ayı (pusula) uzatmış. Fahrülmülk onu okumaya başlamıştır. Ancak fedâî, Fahrülmülk’ün dilekçeyi okuduğu sırada aniden veziri hançerleyerek öldürmüştür (11 Eylül 1106). Yakalanan fedâî, Sultan Sencer’in huzuruna götürülmüş ve bütün bildiklerini itiraf etmeye zorlanmıştır. Sorgu esnasında kendisini bu cinayete Melik Sencer’in yakın adamlarının azmettirdiğini söyleyerek suçu “yalan yere “ sultanın has adamlarının üzerine atmıştır. Aslında suçsuz, masum olan bu kimseler bunun üzerine yakalanarak birer birer öldürülmüştür. Böylece katil Haşhaşî, ölüme giderken kasıtlı olarak beraberinde birkaç masum Müslümanı da götürmüştür. Bir zaman sonra bu fedâînin yalan itirafı ile suçsuz yere öldürülen Melik Sencer’in yakın adamlarının suçsuz ve masum oldukları ortaya çıkmış. Bunun üzerine Sultan Sencer, kardeşi Muhammed Tapar’a gönderdiği bir mektupta “Bunlar ne sana ne bana acırlar, bunları yeryüzünden temizlemek vaciptir” diyerek Şahdiz Kalesi’ne karşı büyük bir sefere çıkmıştır. Bu hadise onların ne derece kurnaz ve şeytanî bir zekâya sahip olduklarını, öldürülürken bile kendilerine düşman bildiklerine ikinci bir zarar verdiklerini açıkça göstermesi bakımından manidardır.[15] Öldürülürken bile hâlâ düşman olarak gördüğü kişi, kurum, devlet adamlarına zarar vermekten çekinmeyen bu gözü dönmüş Haşhaşî fedâîlerinin bu halleri bana Cumhurbaşkanımızın şu sözlerini hatırlattı: “Biz bir defa kendi muhasebemizi kendimiz yapmak zorundayız. Kendi içimizde eğer bu muhasebeyi yapamazsak, Allah göstermesin geleceğimiz hiç de iyi olmaz. İşte onun için böyle bir anlayışın karşısına herkesten önce birlikte biz çıkmalıyız. Ülkesine ve milletine ihanet edecek kadar şuurunu kaybetmiş birtakım densizler yüzünden hiçbir polisimizin haksız yere rencide edilmesine asla razı olamam. Ama gel gör ki maalesef kurunun yanında, yaş da yanıyor. Çünkü öyle bir şüphe mekanizması meydana geliyor ki ister istemez bazı kararları almak durumunda kalıyorsunuz.”[16]

Cumhurbaşkanımızın da hassasiyet gösterip dikkat çektiği bu konuda da gerekli önlemler alınır ve Melik Sencer’in durumuna düşülmez ve günümüz Haşhaşîlerinin masum insanları suçlu gösterip ikinci bir zarar vermeleri engellenir inşallah temennisiyle gelelim yine Ortaçağdaki Haşhaşîler’e…

Efendim, yukarıda Selâhaddin Eyyûbî’ye yapılmış olan iki suikasttan bahsetmiştim. Bu sûikastlarından ikisi şükürler olsun ki sultanın ve çevresindekilerin uyanıklığı ile atlatılmıştır. Bu bire bir maruz kaldığı saldırılarda Haşhaşîler, Eyyûbî askeri kılığında orduya sızarak sultanın çadırının içine girmişlerdi. Bir başka menkıbe daha vardır ki bu olayın vuku bulup bulmadığı tartışmalıdır, belki su götürür azizim ama bu menkıbedeki olayın bizim açımızdan çok büyük önemi vardır… Menkıbenin sonunda sizlere de meramımı anlatabilmiş olayım inşallah.

Efendim hikâyemiz, menkıbemiz ya da rivayetimiz nasıl adlandırırsanız; şöyle:

“Haşhaşîler’in lideri Râşidüddin Sinân haberini birinci elden iletmesi emriyle Selâhaddin Eyyûbî’ye bir elçi yollamış. Selâhaddin, adamın şeceresini ortaya dökmüş, bir açığı olmadığına kanaat getirdiğinde birkaç kişi hariç tüm maiyetini huzurundan dışarı çıkartmış ve haberi neyse iletmesini istemiş. Ama elçi “Efendim baş başa kalmadıkça tek kelime etmememi buyurdu” demiş. Bunun üzerine Selâhaddin iki memlûk hariç diğerlerini dışarı çıkartmış ve “Haberi ver!” demiş. Elçi bir kez daha “Baş başa kalmazsak olmaz’ yanıtını vermiş. Selâhaddin ‘bu ikisi yanımdan ayrılmayacak! İster haberini verirsin ister gerisin geri gidersin!” demiş. Elçi: “Niçin diğerleri gibi bu ikisini de dışarı göndermiyorsunuz?” diye sormuş. Selâhaddin: “Bunlar benim oğlum sayılırlar, benden ayrıları gayrıları yoktur!” demiş. Bunun üzerine elçi Selâhaddin’in oğlum sayılır dediği memlûklere dönmüş ve: “Efendim namına sizlere bu sultanı öldürmenizi emretsem dediğimi yapar mısınız?” diye sormuş, Memlüklerin cevapları evet olmuş ve “Emriniz başımız üstüne!” diyerek kılıçlarını çekmişler… Sultan Selâhaddin şaşkınlıktan dona kalmış. Elçi çekilmiş ve üçlüyü yalnız bırakmış. Ve o andan itibaren Selâhaddin, Haşhaşîler’in lideri Râşidüddin Sinân’la barış yapmaya ve dostane ilişkiler geliştirmeye meyletmiş ve doğruyu ancak Allah bilir…”[17]

Bu olay abartılı olsa da; yüzyıllar ötesinden günümüze bir şeyler taşımıyor mu? Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyib Erdoğan’ın en yakınına Yaver kadrosuyla sızdırılan kişi FETÖ üyesi imiş. Hatta komutanların yaverleri arasında da FETÖ üyesi yaverler varmış. Tam bir Haşhaşî gibi çalışan FETÖ Terör Örgütü Haşhaşî değil de nedir azizim, aynı yöntemleri uygulayıp, aynı amaçlara hizmet eden, onlar gibi devletin en yüksek kademelerine sızan… Beyinleri uyuşturulmuş ve masum beyinleri de çeşitli yayınlarla, entrika ve telkinlerle belki efsunlarla uyuşturan… Sessiz, sırlı, gizem dolu bir sızıntı bu, dergileriyle, yayınlarıyla, medya ve okullarıyla insanların beynine, fedaileriyle de ülkemizin içine sızan… Bu Sızıntıyı kesmek, sızacak en ufak bir yarık, çizgi, sebep, çatlak bırakmamak gerek ki bundan sonra sızamasınlar…

FATMA TOKSOY

[1] Mustafa Öz, Haşîşiyye, İstanbul: DİA, 1997, c. XVI, s. 418.

[2] Onur Kutlu Şentürk, Ortaçağ Nizârî İsmâilîleri’nde Fedâilik Kurumu, Tez, [Yüksek Lisans, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2012.] s. 348-349.

[3] Onur Kutlu Şentürk, a.g.e., s.354.

[4] Farhad Daftari, İsmaililer Tarih ve Öğretileri, çev. Erdal Toprak, İstanbul: Doruk Yayımcılık, 2005, s. 33; Onur Kutlu, age., s.s. 361-362; Mustafa Öz, Haşîşiyye, İstanbul: DİA, 1997, c. XVI, s. 418; Ayşe Atıcı Arayancan, Dağın Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2016, s.13.

[5] DİA, a.g.e., s. 418.

[6] DİA, a.g.e., s. 418.

[7] Onur Kutlu Şentürk, a.g.e., s. 364; Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e., s. 13.

[8] Ramazan Şeşen, Selahaddin Eyyûbî ve Devlet, İstanbul: çağ Yayınları, 1987, s.s. 45-46.

[9] DİA, a.g.e., s.418.

[10] http://ozemre.com/masonlu%C4%9Fun-k%C3%B6keni

[11] Onur Kutlu Şentürk, a.g.e, s.s. 387-389.

[12] Onur Kutlu Şentürk, a.g.e., s.s. 386-387.

[13] Cemal-Fatma Toksoy, Şarkın En Sevgili Sultanı Selahâddin Eyyûbî, İstanbul: Şule Yayınları, 2015, s.s. 129-130.

 

[14] İbn Esir, İslâm Tarihi el-Kâmil fi’t-Târih Tercümesi, çev.: Abdülkerim Özaydın, İstanbul: Bahar Yayınları, 1987, c. X, s. 248; Dr. Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990, s. 76.

[15] Dr. Abdülkerim Özaydın, a.g.e., s.s. 76-77; İbn Esir, a.g.e., s.336; Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e., s. 245; Onur Kutlu Şentürk, a.g.e., s. 411.

[16] http://www.tccb.gov.tr/konusmalar/353/30130/polis-haftasi-munasebetiyle-81-ilde-gorev-yapan-400-polis-memurunu-kabulde-yaptiklari-konusma.html

 

[17] Bernard Lewis, Haşîşîler, Çev.: Kemal Sarısözen, İstanbul: Kapı Yayınları, 2005, s.s.166-167.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *