Adına; çocuğa ilk defa besmele öğretildiği için “Besmeleye başlamak” manasına gelen “Bed‘-i Besmele” veya “Bed‘-i Besmele Cemiyeti” denildi.
Tören sırasında âminci çocukların işaret edilen yerlerde, sık sık “Âmin” sedalarıyla töreni renklendirdiklerinden dolayı da “Âmin Alayı” denildi.
Okul hayatına ilk adımın atıldığı bu törene bundan dolayı “Mektep Cemiyeti” de denildi.
Tören sırasında yapılan dualardan dolayı “Dua Cemiyeti” veya “Dua Alayı” olarak da isimlendirildi.
Okunan okulun Sıbyan Mektebi olmasından dolayı olsa gerek, “Sıbyan mevkibi: Sıbyan alayı” da denildi.
.Âmin alayına mektep çocukları ise okunan ilâhî ve edilen dua esnasında “âmin” diye bağrıştıkları için kısaca “Âmin” derlerdi.
Prof. Dr. Ali Birinci ve İsmail Kara ise kitaplarında, bunların tamamına çocuğun “Mahalle Mektebine Başlama Merasimi” adını vermişlerdir. Onlara göre âmin alayı tabiri bu merasimin tamamını değil, ancak sokakta geçen kısmını ifade etmektedir.
İsmi ne olursa olsun, günümüzdeki okuma bayramlarına benzer bir fonksiyona sahip olan bu “Bed’-i Besmele” veya “Âmin Alayı” merasimi kültürümüzün zenginliklerinden biridir. Osmanlı’nın eğitime ve öğretmene verdiği önemin bir göstergesi olan Bed’-i Besmele törenleri, çocukların okul korkusunu giderme, onlara okuma isteğini aşılama gibi önemli pedagojik amaçlar taşıyan ve bugün zaman zaman hatırlatılmaya çalışılan ama maalesef unutulmuş bir geleneğimizdir. Şimdi gelin hep beraber o dönemlere bir yolculuk yapalım ve bir “Âmin Alayı” merasimine biz de hatırla(t)mak için katılalım.
(Âmin Alayına katılan iki minik. Sırma işlemeli cüz keseleri boyunlarında, kız son derece süslü ve taçlı erkek çocuk ise mücevher ile bezenmiş fesiyle)
4+4+4
İlk mektebe yani ilkokula çocuklarının dördüncü yaşının dördüncü ayının dördüncü gününde başlamalarına ebeveynler tarafından özen gösterilirdi. Ancak buna bazı insanların riayet etmediği de olurdu; çocuklar beş-yedi yaşları arasında da mektebe başlayabiliyordu. Ama çocuğun 4 yaş, 4ay, 4 günlük olmasına da ayrı bir önem verilmekteydi. Günümüzde yapılan araştırmalar, 3 yaşındaki bir çocuğun, ayrı dili diksiyonlarıyla beraber öğrenip konuşabilecek zekâ ve hâfıza kuvvetine sahip olduğunu göstermektedir. Çocuklardaki bu kabiliyet, zamanla azalmakta ve 20 yaşına ulaşan bir genç, kapasitesinin beşte dördünü kaybetmektedir. Bu gerçeğin ta o zamanlar farkında olan ecdadımız “ağaç yaşken eğilir” misali çocuğu bizlerin bebek diye nitelediğimiz dört yaşında eğitime almaktaydı. Üstelik böyle bir eğitimi aile, akraba ve komşuların hep birlikte iştirak ettiği bir merasim eşliğinde bir düğün töreni gibi yaparak çocukların güzel hâtıralar eşliğinde büyük bir coşku içinde Kur’ân-ı Kerim ile tanışmasını sağlarlardı.
“Âmin Alayı” merasiminin ilk defa ne zaman ve nasıl başladığı, kesin bilinmemektedir. Ancak “Âmin alayı” genellikle uhrevî gayeler güdülerek kandillerde veya pazartesi, perşembe günleri düzenlenmiştir. Bu merasimin, uğursuz sayıldığı için Safer ayına denk gelmemesine özen gösterilirdi.
TAŞ MEKTEBLER
Çocukların ilk mektebe başladıkları okullar Osmanlı’da çocuğun bulunduğu mahallede ve hemen her cami ve mescidin yanında veya yakınındadır. Bu okullar devlet veya iyi yâd edilme ve sevap kazanmaya vesile olması maksadıyla hayırseverler tarafından inşa edilmiş ve bunların hizmetlerinin devamı için de gelir kaynakları vakfedilmiştir. Yüksek kubbeli tavanları olan bu mektepler ekseriyetle taştan yapıldıkları için “taş mektep” ismiyle anılmıştır. Ancak halk arasında “mahalle mektebi” şeklindeki tabirin kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Resmî vesikalarda “Sıbyan Mektepleri” olarak geçen bu mektepler, sık olmamakla beraber “mahallât mektebi” şeklinde de ifade edilmiştir. Genelde bu mekteblere bir kaç ayak merdiven çıkılırdı. Kapı yanında bir abdesthane, dört beş desti, bir maşrapa ve ayakkabıların konduğu göz göz raf bulunurdu. Büyük bir odadan ibaret dershanenin bir köşesinde hocanın makamı önünde iki ayaklı, üzeri düz bir rahle dururdu. Öğrencilerin yazı yazıp okudukları rahleler, kilim parçası, post, minder gibi muhtelif birer kişilik oturacak eşyalar da mekteplerin olmazsa olmazıydı. Mektepler herhangi bir evin müştemilatına benzer unsurlar taşırlardı. Genellikle alt katta iki oda, bir sofa, üst katta bir oda, matbah, sofa önünde selamlık, suyu dört ayrı yerden gelen bir havuz, bir tuvalet ve çevresi meyveli ağaçlarla donatılmış bir bahçe vardır. Bütün bu hususlar dikkate alınınca, kubbeli bölüm hariç, bu binaların birçok yönüyle evlere benzedikleri söylenebilir.
Sayın Elif Aydın “Tarihimizde Âmin Alayları ve Eğitim Açısından Değerlendirilmesi” isimli yüksek lisans tezinin 37. sayfasında bu konuyu pedagojik olarak şöyle bir açıklık getirerek izah etmektedir: “Mekteplerin evlere benzemesi 5-6 yaşlarındaki çocukların şimdiye kadar yaşadıkları evin dışından eğitim-öğretim sebebiyle bir başka mekâna geçmeleri sonucu yaşayabilecekleri bir takım psikolojik sorunları ve motivasyon eksikliğini ortadan kaldırmak içindi. Osmanlı sivil mimarisinde evler genellikle iki kattan oluşmakta ve hemen her evin ikinci katında yaşanmaktaydı. Mekteplerin de birçoğu iki kat yapılmakta ve ikinci katta bulunan kubbeli mekânda öğrencilere ders verilmekteydi. Böylece çocuklar kendilerini evlerinden farklı fiziksel bir mekân olan mekteplerde de
rahat hissetmekteydiler. Birçok mektepte dersler kış mevsiminde, binanın daha iyi korunan ve ısınan kubbeli bölümünde görülürken, yaz mevsiminde iyi hava alabilen sofalarda eğitim sürdürülmekteydi.”
Âmin Alayı Hazırlıkları
Evlerde Âmin Alayı hazırlıkları bazen birkaç ay, bazen de bir yıl öncesinden başlanırdı. Öncelikle Mahmutpaşa Çarşısı’nda veya Kapalıçarşı’da alışveriş yapılarak, çocuğun kıyafetleri ve okulu için gerekli olan ne varsa alınırdı. Bu arada hocaya, kalfaya ve diğerlerine de verilecek hediyelerin de alınması ihmal edilmezdi. Aile zenginse kendi çocuğunun yanı sıra aynı yaşlarda ama maddi sıkıntılar nedeni ile henüz okula başlatılamamış o mahallenin çocuklarından duruma göre bir veya ikisinin de ihtiyaçları da görülürdü. Bir de o merasim günü verilecek ziyafetin malzemeleri de uzayıp giden bu alışveriş listesinin içinde yer alırdı.
(Cüz Kesesi- Çocuğun Okul Çantası)
Çocuğun annesi veya ailenin en marifetli kadını hangisi ise, çarşıdan aldığı veya sandıktan çıkardığı genellikle kadife atlas ama pelüş, gezi bir kumaş parçasından da olabilen müstakbel mekteplinin cüz kesesini biçer, diker, işler, hazırlardı. Bunu hazırlamaya vakit bulamayanlar veya dikişten-nakıştan anlamayanlar bu keseyi, bu işi kendilerine meslek edinmiş erbaplarına diktirtirdi. Bu çanta vazifesi görecek cüz kesesini işleyen ayrı bir meslek grubu vardı. Sırmacılık ve işlemecilik yapan bu meslek erbabı da cüz keselerini sarı kılâptan ip veya kumaşlarla ve sırmayla işleyip, gümüş pullarla süslerlerdi. Ailenin maddi durumuna göre bu işlemeler farklılık gösterirdi, bazılarında mücevher bile olurdu. Sıra çocuğun mektepte oturacağı mindere gelirdi. Bu minder, kadife, atlas, canfestan ve ipekli gibi kıymetlice bir kumaştan yapılmış o zamanın tabiriyle murabba‘ yani kare veya müdevver yani yuvarlak gösterişli bir minderdi. İçleri yün, pamuk, kırpıntı, kuş veya tavuk tüyü ile doldurulurdu. Böyle bir minderi yapmak için de yine ailede bu işe eli yakışan bir hanım bu vazifeyi üstlenir, ya da bu işi yapan meslek erbaplarına, yani hallaçlara, döşemecilere başvurulurdu. Maddi durumlara göre bu minderler de şatafatlı ve yumuşak olurdu.
(Sedef kakma büyük rahle 19.yüzyıl)
Sıra açılır-kapanır çapraz rahleye gelirdi. Evde aile yadigârı rahle varsa o cilaya verilirdi. Yoksa bu işi yapan marangozların, sedefçiler, cilacılar ve kabartmacıların elinden güzel bir rahle çıkardı. Rahleler de maddi durumun elverdiğine göre sadesinden en gösterişlisine kadar çeşit çeşitti. Sedef kakmalı, kabartmalı, işlemeli rahleden tutun da, sedef ve bağa kakmalı rahleye kadar envai çeşit ve güzellikteki rahleler. Sonra sıra elifbaya gelirdi. Bu genellikle sahaflardan alınırdı. Bu “Elifbayı Osmanî” denilen sarı kâğıtlı bir cüzdü. Günümüzün alfabesi yani. Buna o zamanlar halk arasında da “supara” denilmekteydi. Elifba cüzünün sarı soluk kâğıtlara basılmış olanları da bulunduğu gibi, çocuğu okumaya özendirmek için altın yaldızcıların, ressam ve hattatların elinden çıkanları veya matbaalarda altın yaldızlı basılanları da olurdu. Bazı ailelerde elifba cüzlerinin müzehheb el yazmalarına da rastlanırdı ki bunlar iyi muhafaza edilir ve nesilden nesile devredilirlerdi. Elifba cüzü de daha önce hazırlanmış olan o sırma işlemeli atlas kesenin içine özenle yerleştirilirdi. Balmumu alınırdı, dersin bittiği yere yapıştırmak, işaretlemek için. Hani halk arasında bir söz vardır, konuşması kesilen kişi, konuşmanın kesildiği yeri veya son söylediği sözün unutulmaması için, “sözü unutma” manasına “sen buna bal mumu yapıştır.” der. İşte bu söz de galiba o günlerden kalma… Bu bal mumu da o cüze yapıştırılan balmumu olmalı… Şimdi dönelim tekrar alışverişimize. Çocuğa yazı yazması için bir divit alınırdı. Divit de ne diyenler olabilir. Divit, yazma takımıydı. Daktilonun, bilgisayarın, olmadığı, hatta cepte taşınacak kalemler üreten endüstrinin henüz bulunmadığı o devirlerin yazma takımı divitti. Bu takım ucu mürekkebe batırılarak yazı yazılan kamış kalem, kapaklı bir mürekkep hokkası ve kalemtıraş vazifesi gören kalem açacağından oluşurdu. Divitler de çeşit çeşitti. Bir tür siyah mine olarak da adlandırabileceğimiz gümüş üzerine savat işlemiyle yapılan savatlı divitler olduğu gibi gümüş kakmalı, demir üzerine altın veya gümüş kakmalı, altın, bakır, cam, alpaka, porselen, fildişi, abanoz, balım taşı veya yeşim taşından yapılanlar divitler de vardı. Okul alış-verişinde unutulmaması gereken bir okul eşyası da hilâllerdi. Hilâl bildiğiniz hilal değil. Hilâl harfleri işaret etmek için kullanılan ucu sivrice, sapı oymalı, çiçek, hilal veya resim şeklinde olan ince bir aletin adı. Hilâller de ailenin servetinin derecesine göre altından, gümüşten, pirinç, bafon (veya vakfon) , odun ve kemikten yapılırdı. Bugün ne o cüz keselerindeki işler ve işlemeler, ne o sedef kakmalı ve kabartmalı rahleler, ne divit takımları, ne de hilâller ne de o tezhip ve teclit işleri kaldı ne bunlara el ve emek ile meydana getiren sanat adamları, zanaatkârlar ne de bu işler için harcanacak zaman ve kendini yoracak kimse…
TESBİHTEN GEÇİRTİLEN ÇOCUKLAR
Çocuğa yapılmış olan yeni kıyafetlerinden tören günü giyeceğine göre daha az süslü olanı giydirilerek evliyaların türbeleri ziyaret edilirdi. Merasim evvelinde zihninin açık, feyzinin ziyade ve hayatının bu yeni safhasında muvaffak olması hususunda himmetlerini istemek için… İstanbul’da oturanlar, Baba Cafer ve Yahya Efendi ve özellikle de Eyüp Sultan gibi evliyaların türbelerine giderlerdi. Çocuk oradaki türbedara nefes ettirilip tesbihten geçirtilirdi… Türbelerde yana-yakıla dualar niyaz edilirdi Allah’a. çocuk bundan sonra da ailenin büyüklerine, yakın ve hatırlı dostlarına el öpmeye, dua almaya sevk edilirdi
Merasimden önce hocaya haber verilir ve kandil günlerine veya daha ziyade Perşembeye veya Pazartesiye rastlamasına itina edilerek merasim için uygun bir gün tespit edilirdi. Mektebin ilâhi takımı haberdar edilir veya ailenin durumuna ve konumuna göre başka mekteplerin daha güzel sesli ilâhi takımları tutulurdu. Çünkü her mektebin kendi ilahicileri olmakla beraber, mekteplere bağlı olmayan ve şöhretleri İstanbul’un sınırlarını aşan ilahiciler de vardı. İsteyenler bunları da mektebin hocasıyla anlaşarak getirtebilirdi. Tören günü törene katılacak talebeler ve âminciler de durumdan haberdar edilerek, “Filan gün Âmin var. Temiz ve güzel giyinin!” diye tembihlenirdi muallim tarafından.
MAHDUM VEYA KERİMENİN KIYAFETLERİ
Okula başlayacak çocuğun evi veya konağının temizliği yapılır. Ev dıştan da süslenirdi. Evin cumbasına, saçağına, kapısına bayraklar, renkli kumaşlardan askılar, işkembe fenerler asılırdı. İşler bitince, bütün ev halkı hamama gider, mektebe başlama merasimi evvela hamamda, kadınlar arasında kutlanırdı. Natırlar, ustalar, kınacılar, çocuğun etrafında göbek atarlar, şarkı söylerlerdi. Ve eğlence akşama kadar sürerdi. Nihayet merasim günü gelir çatardı. Tören sabahı daha şafak sökmeden evde herkes kalkardı. Kahvaltıdan sonra Çocuk erkekse çocuğa hilâlî bir gömlek, üstüne ipekli mintan, ayaklarına sakız gibi bembeyaz çorap giydirilirdi. Eski adetlere göre de erkek çocuklara Hind çitarisinden entari, kıymetli bel şalı, altınbaş Hind tülbenti sarık, tepesi inci düğmeli ufak kâtibi kavuk, mevsimine göre kürk veya cübbe, sarı mest veya pabuç, bele de murassa kılıç (murassa suranî) takılırdı. Daha sonraları bu tip giyimin modası değişmiş ve ekâbir memurların resmi günlerde giydikleri forma gibi sırmalı setre, sırma kolan kılıç, yanları sırma zihli pantolon ve festen oluşan kıyafetler revaçta idi. Feslerin önüne çok kıymetli bir elmas iğne, fesin ortasına, alnının hizasına gelen yere de; bir parça şap, bir mazı ve beş pençeli mavi boncuktan oluşan nazarlık takılırdı. Nazarlığın sağına soluna da başları elmaslı yahut firuze taşlı sorguç iğne iliştirilirdi. Kıyafetin üzerine incili maşallah takılırdı. Çocuğun boynuna sağ omuzdan sol tarafa kıymetli bir lahuri şal bağlamak, fiyango (fiyonk) yerine pırlanta bir ay takmak âdetti.
Okula gidecek çocuk kızsa, kızlara ipekli, süslü esvaplar günün modasına uygun dikilmiş pahalı kumaşlardan yapılmış elbiseler giydirirlerdi. Kızların başlarına pırlanta taç, göğsüne titrek broşlar, kollarına bilezikler, takılırdı. Takıp takıştırırlardı kızlarına anneler. Nazarlık bu takıların arasına iliştirilirdi.
Sonra mahdumcuk veya kerimeciğin boynuna sol omuzdan sağ tarafa hamaîli olarak yani omuzdan çapraz bir biçimde olarak bele inen, kadife üzerine sırma işlenmiş gümüş pullu “cüz kesesi” takılırdı. Sonra nazarlanmasın diye çocuk tütsülenirdi. Bu tütsüleme mangala atılan nazarı önlediğine inanılan bazı tütsü ve otlarla yapılır, o maddelerin yanarken çıkardığı mangaldan yükselen dumanına çocuğun sokulup çıkarılmasıyla çocuk nazara karşı tütsülenmiş olurdu.
ÂMİN ALAYI KAPIDA
Sonra, bayramlık-seyranlık libaslarını giyinmiş o mahallenin ve mektebin çocukları beklenirdi. Merasim günü, çocuklarda bir sevinç, bir sevinç! Çeşitli yaş ve boylardaki çocuklar temiz kıyafetleriyle mektebe toplanırlar; ortalık bir anda rengârenk ve cıvıl cıvıl olur. Çocuklar, ikişerli sıralanırlar. Önlerinde hocaları, kalfa ve bevvabları (okulun hademeleri) olduğu hâlde, ilâhi takımını takip eder ve işaret edilen yerlerde “Âmin!” diye bağırarak çocuğun evine gelirlerdi. Okula önceden başlamış ve ilâhiler öğrenmiş, sesleri güzel çocuklar sıranın en önüne alınırdı. Onlar yüksek sesle ve koro hâlinde ilahiler okuyarak, arkadakiler de beyit aralarında yüksek sesle “Âmin!” diye bağırarak neşe içinde masumane bir şenlik havasında yola koyulurlardı. Evin önüne geldiklerinde neşeleri ikiye katlanırdı. Onların “Âmin!” cıvıltılarını duyan hane halkı, okula başlayacak çocuğu kapıya çıkarırdı. Kapıda günümüzün sünnet ve düğün arabaları gibi süslenmiş araba veya at bulunurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda iki yanı açık, üstü arkadan körüklü iki kişilik at arabalarına “fayton”; dört kişilik, karşılıklı iki kanepeli, ön ile arkadan iki körüklü, üstü kapatılabilen at arabalarına da “landon” denirdi. Çocuk kızsa bu ya süslenmiş olan faytona ya da landona bindirilirdi. Çocuk erkekse o zaman araba seçeneğine bir de at veya midilli seçenekleri eklenirdi. Midilli, kısa boylu ve sırtı geniş olan attı ve o, kırmızı kolanlı, yeşil altlıklı, siyah eyerli olarak süslenirdi.
ÂMİN ALAYINDAKİ TEŞRİFAT
Alay, teşrifata tâbiydi. En önde atlas bir yastık üstüne konmuş sırmalı cüz kesesi ile Elifbe’yi götüren biri yürürdü. Onun arkasında uzun boylu biri veya omzuna birkaç arşın mintanlık kumaş asılmış olan okulun bevvabı başının üstünde çocuğun mektepte oturacağı mavi veya herhangi bir renkte olan, atlaslı pufla minderle sedef ve bağa kakmalı rahleyi taşırdı.
Bunu çocuğun bindirildiği midilli veya fayton veya landon takip ederdi. Çocuk ata veya midilliye bindirilmişse, onun sağından, solundan birer kişi yürürdü. Eğer çocuğun ailesi çok zenginse çocuğun landonuna – daha önceden belirleyip, mektep masraflarını üstlendikleri, bu tören için giydirip kuşattıkları- yetim veya maddi durumu yerinde olmayan ailelerin çocuk veya çocukları da bindirilirdi. Araba gayet ağır bir yürüyüşle yola çıkardı. Çocuğun arkasında mektebin muallimi ile baş kalfa yürürdü. Baş kalfa, arkalarından gelen ilahici çocukların okudukları ilahileri idare ederdi. İlahicilerin arkasında da âminciler yürürdü. Âmincilerin arkasında da mektep çocukları, ikişerli sıra halinde ikişer ikişer el ele vererek alayda yürürlerdi. Çocuğun babası, davetliler akraba ve yakın dostlar en arkadan ya arabalarla ya da yürüyerek alayı takip ederlerdi. En arkada ise kadınlar yürürdü. “Sevaptır, hayırlı olacaktır, çocukların âminlerinde melekler bulunurmuş!” düşüncesiyle alaya katılanlar olurdu. Halk arasında Âmin Alayına meleklerin de katıldığı inancı yaygın olduğu için yaşlılar, hastalıklılar, sakatlar şifa bulmak niyetiyle sokağa çıkıp alaya katılanlara sürtünürlerdi.
ÂMİN ÂMİN ÂMİN
Mektep çocukları yeni baş1ayacak olan çocuğu alarak tekrar ilahilerle yola düzülürdü.
Bu rengârenk ve ilahilerle pür ahenk, “Âmin!” sesleriyle geçtikleri sokakları çınlatan bu âmin alayının mürur ettiği cadde ve sokaklardan geçenler durarak hayranlıkla seyrederlerdi. Kahvehanelerde oturanlar kalkar, dükkânında çalışanlar işini bırakarak kapının önüne çıkarlardı. Evinde bulunanlar işini gücünü terk ederek ya pencereden ya şahnişinlerden sarkarlar ya da pencerenin önündeki kafesin arkasına koşar, yaşlı ama mutlu gözlerle, dudaklarında manevî bir tebessüm ve dualar, maşallahlar okuyarak alayın güzârişini seyrederlerdi. Alayı böyle heyecanlı ve duygu yüklü seyredenlerin hiçbiri bulunmazdı ki henüz mektebe gitmeyen evladının böyle bir alayla okula gidişini temenni etmiş olmasın. Aynı şekilde alayı izleyen yavrucaklarda da kendinin de öyle bir araba ile dolaşarak mektebe gitmek istediği uyanırdı.
Bu şekilde önceden belirlenmiş bir güzergâhta dolaşan alay, bütün halkın dikkatini çekerdi. Bu kortej, evin çevresindeki sokakları, çarşıyı, meydanı dolaşarak en uzun yoldan ağır ağır ilerler, arada “Âmin!”ler için dururdu. Eğer çocuk bir şeyhin çocuğuysa, şeyhin tarikatını belli eden sancaklarla, şeyhin dervişanı da alaya eşlik eder, kudüm ve halile çalınır, zikirler çekilirdi.
Âmin alaylarında genellikle Yunus Emre’nin, Niyazi-i Mısrî’nin ilahileri okunurdu. Okunan bu ilahilerin seçimi bilhassa Niyâzî-i Mısrî ve Yunus Emre’nin dini ictimaî hayatımızdaki yerini bir kere daha göstermesi bakımından manidardır. Bu alayın gezintisi sırasında okunan ilahilerin de bir okunuş sırası vardı. Çocuk evinin kapısından çıkınca;
“Tövbe edelim zenbimize,
Tövbe edelim illallah ya Allah
Lütfunla bize merhamet eyle
Aman Allah ya Allah.”
İlahisi okunur, âminciler hep bir ağızdan “Âmin! Âmin! Âmin!” diye haykırarak dinleyenlerin tüylerini ürpertirlerdi.
Yol boyunca;
“Gel vücudun âteş-i aşk-ı Habibullah’a yak
Çeşm-i kalbi ol ziyâde fethedip Mevlâ’ya bak
Sinen içre nûr-i zikr ile uyandırır bir çerağ
Ol çerağın şû’lesiyle görüne didâr-ı Hakk.”
İlahisi zaman zaman tekrarlanır ve arada da
“Allah Allah uludur
Emrin tutan kuludur” veya Niyâzî-i Mısrî ’den bir başka ilahi okunurdu âminler eşliğinde. Sık sık durulup dualar da edilirdi âmin sedalarıyla yükseltilerek…
“Yüce sultânım
Derde dermanım
Bedende canım
Hû demek ister
Yûnus postunda
Gönül dostunda
Sırat üstünde efendim
Hû demek ister”
*****
“Bir ismi Mustafa bir ismi Ahmed
Allahümme salli ala Muhammed
Rûzi mahşerde bize eyle meded
Allahümme salli ala Muhammed”
İsmail Kara ve Ali Birinci’nin hazırlayıp, bizleri aydınlattığı “Mahalle Mektebi Hatıraları-Âmin Alayı-Mektep İlahileri” isimli kitaplarının 23-31’inci sayfalarında bulunan ve 1248 (m. 1832) tarihli bir cönkte yer alan mektep ilahilerinden bir kaçını örnek olarak sizlere aktarıyorum:
“İlâhî-i Mekteb (Mektep İlahisi)
Yâ İlahî başlayalım ism-i Bismillâh ile
Bu duâya el açalum ism-i Bismillâh ile
Sen kabûl eyle duâmız Besmele hürmetine
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe’l-âlemîn
Ol Muhammed hürmetine meded eyle yâ Mu‘în
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe’l-âlemîn
Kapuna geldik niyâza yâ İlâhe’l-âlemîn
Eyleyip mansûr muzaffer kullarına yâ Mu‘în”
Başka bir mektep ilahisi de şu şekildedir:
“Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin
Tenlerde ve cânlarda nihân hep sen imişsin
Âmîn Âmîn
Senden bu cihân içre nişân isteridim ben
Âhir bunu bildim ki cihân hep sen imişsin”
Bu da mektep ilahilerine başka bir örnek:
“Ya İlâhi neccina mimma nehaf
Kıl bizi dâim belalardan mu’âf
Hem ilmi amel eyle nasib
Ol Habib hürmetine ya Mûcib
Anamızla atamızla rahmet et
Hocamızla kalfamızla rahmet et
Sahib-i mekteb duâcı minnet et
Rahmet eyle yarlığa-kıl ya Gani
Çevresinde müslimin ü müslimât
Cümlesine ver azâbından necât.
Hem dahi ola şâhımız zıllu’l-lâh
Hazret-i Sultan Hamid pâdişah.”
Bu ilahi ile de yazımızı burada bitirelim:
Aşk ile yandır
Sultanım Allah
Sevk ile döndür
Sultanım Allah
Eyler Zekâî
Hamd ü senayı
Dâim duayı
Sultanım Allah
Okullar açılırken diye başladık yazımıza. Okullar açıldı ve biz hâlâ yazımıza devam etmekteyiz. Muhterem okurlarımız geçen sayıdan hatırlayacaksınız Âmin Alayı belirlenen güzergâhında dolaşmaktaydı. Şimdi oradan devam edelim yolculuğumuza…
Yusuf Çağlar arşivinden Âmin Alayı. Çocuk faytonda. Önde rahlesi
Çeşitli süslemelerle donatılmış ve fenerlerinden birine birkaç arşın basmadan “askı” bağlanılmış olan faytona oturan çocuk, Âmin Alayı kortejiyle dolaşırken ara sıra başını çevirip yola bakardı kendisini takip eden çocuk var mı? Onların meraklı ve imrenerek bakan gözlerini yakalayınca da arabanın koltuklarına tıflâne bir gurur ile kurularak, o çocuklara çalım satardı.
Adet olduğu üzere ilahilerle şehir içinde kararlaştırılan mahallerde dolaşan Âmin Alayı tekrar çocuğun evine dönerdi. Eğer merasim evde yapılacaksa eve, okulda yapılacaksa okula dönülürdü. Biz okuldaki ve evdeki törenleri ayrı ayrı burada anlatalım inşallah.
GÜLLERDEN DÖKÜLEN GÜLBANKLER
Sonunda ilahiler ve âminler eşliğinde okul kapısına varılırdı. Kapıda alay durur, çocuk hemen içeri girmez, zamanın padişahına da kavuk sallanır, dua edilirdi:
“Ey şehriyârı pür kerem,
Ey padişahı muhterem!
Tahtında ol daim hurrem,
Ey padişah-ı muhterem.”
Sonra da gülbank çekilirdi. Gülbank de ne diyenleriniz olabilir. Efendim gülbank; Farsça’da “Gül sesi” demektir. Bazı dini ve resmî törenlerde veya tarikat toplantılarında belli bir edâ ile veyahut da belli bir makam ile okunan duaya verilen addır. Okunan bu duaya Peygamberimiz (s.a.v.)’den remizle gül Peygamber’in gül sesine benzetildiği içindir belki de gülbank denilmesi. İşte gül Peygamberimiz (s.a.v.)’in güllerinden dökülen bir gülbank:
Allah Allah illallah
Celil’ü- Cebbar
Muinü’sSettar
Haliku’lleyli
ve’nnehar layezal zülcelâl birdir Allah!
Erin erliğine hakkın birliğine küffarın körlüğüne,
Din-i İslam kuvvetine
Padişahımız efendimiz hazretlerinin eyyamı devletine
diyelim aşk ile bir Allah,
Allah Allah Allah, daim Hayy ( üç defa)
Evveli Kur’an âhiri Kur’an
Tebarekellezi nezzele’l-Furkan
Eli kan, kılıcı kan
Sinesi üryan, ciğeri püryan
Dini mübin uğruna
Şehid olan gaziler aşkına
Diyelim, aşk ile bir Allah
Allah Allah Allah, daim Hayy ( üç defa)
Evveli gaza, âhiri gaza
İnayeti Hüda kasdı â’dâ
Himmeti enbiya, kuvveti evliya
Resûli kibriya Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Dini mübin uğruna
Şehid olan gaziler aşkına
Diyelim aşk ile bir Allah
Allah Allah Allah, daim Hayy ( üç defa)
Hacılar, gaziler, raviler,
Üçler, yediler, kırklar gülbangi
Muhammed Nûr-i Nebi
Keremi Ali,
Pirimiz, Üstadımız, Hazreti Osmani Zinnureyni Velî
Gerçekler demine hû diyelim hûûû…(hep bir ağızdan uzun bir hu çekilir)” (İsmail Kara ve Ali Birinci, Mahalle Mektebi Hatıraları-Âmin Alayı-Mektep İlahileri, s.s. 21-22)
Gülbangi okuyup bitirdiniz. Eminim benim gibi sizin de tüyleriniz diken dikendir. Allah aşkından, vatan sevgisinden, ürperivermiştir bedeniniz. İşte bu gülbangi okutmalarının nedeni de bu olsa gerek: Ürperen bir yürek, aşk ile coşarak damarlarda dolaşan kan. Çocuklara Allah, vatan ve millet sevgisini aşılamak! Gazaya cihada gider gibi ilme başlatmak… Kalem silah, defter ve kitaplar kalkan…
GÜLBANK VE HZ. OSMAN
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, “Pirimiz Üstadımız Hazreti Osmani Zinnureyni Velî” denilerek Hz. Osman pîr addediliyor bu mektep gülbanginde. Çünkü Hz. Osman, Kur’an’ı ilk kez yedi adet çoğaltarak İslâm diyarlarının her bir tarafına göndermek suretiyle İslami ilimlerin öğretilmesine hizmet etmiştir. Bu sebeple de muallim sayılmış, eğitimin pîri addedilmiştir İslam âleminde.
Gülbank okunduktan sonra hoca tekrar dua eder âminler eşliğinde. Sonra tören eğer okuldaysa, çocuğu bir elinden bevvab, diğer elinden babası veya mektep kalfası yani muallimin yardımcısı tuttuğu gibi muallimin yanına çıkarırlardı. Tören sırasında en önde giden çocuğun minderi ve rahlesi çoktan muallimin önüne konulmuş, talebe beklenmektedir şimdi…
İLK BESMELE BED‘-İ BESMELE
Bed‘-i Besmele Merasimi evde de yapılırdı, okulda da. Evi müsait olmayanlar okulu tercih ederlerdi. Müsait olanlar da evi. Evin önüne gelen Âmin Alayı katılımcıları kapıda padişaha dua edip, gülbankler okunduktan sonra içeri geçerlerdi. İçeride ise dört gözle minder, rahle ve muallim ve de konu-komşu-akrabalar talebeyi bekleşmektedir. Âmin Alayı’na katılanlar, çocukla beraber içeri girerler. Minderler ve seccadelerle döşenmiş, öd ağacı ve buhurlar yakılıp havalandırılmış odada otururlar ve hocanın çocuğa ilk dersi vermesini gözlerler. Muallim, misafirlerin arasında ulemadan biri varsa edeptendir, ilk dersi ulemanın vermesi için yerini ona terk ederdi. Çocuk, elinden tutulup babası tarafından teslim edilir öğretmenine, “Eti senin kemiği benim.” Sözleriyle muallimin elini öpen yavrucak minderine oturtulur. Karşısında muallim. Arada rahle. Çocuk boynundaki cüz kesesinden çıkardığı cüzü rahlenin üzerine kor. Eline odun, kemik, pirinç, gümüş veya altından yapılmış hilal çubuğunu alır ve hocanın talimatını bekler: Muallim euzü besmele çeker ve: “Hadi evladım benimle beraber söyle.” der çocuğa.
Hoca: Eûzubillâhi mine’şşeytani’rracîm.
Çocuk: Eûzubillâhi mine’şşeytani’rracîm
Hoca: Bismillâhi’rrahmâni’rrahîm
Çocuk: Bismillâhi’rrahmâni’rrahîm
Hoca: Rabbi yessir (Rabb’im kolaylaştır)
Çocuk: Rabbi yessir
Hoca: Ve lâ tüassir (zorlaştırma)
Çocuk: Ve lâ tuassir
Hoca: Rabbi temmim (Rabb’im tamamlattır)
Çocuk: Rabbi temmim
Hoca: Bilhayr (hayırla)
Muallimin ağzından teşvik edici, çocuğu pohpohlayıcı bir aferin çıkar. Bazen ünlü yazar ve mizah ustası Ercümend Ekrem Talû’nun (1886-1956), çocukluğunda yaptığı gibi bu aferini o heyecan ve dalgınlıkla tekrarlayanlar da olurdu. Tabii etrafta onları izleyenlerin attıkları kahkahalar ve unutulmayan çocukluk hatıraları çıkardı bunun neticesinde…
Sonra çocuğa cüzünün ilk sayfasındaki harfler öğretilir. Hoca elindeki ucu sivri cetvel boyundaki işaret çubuğu sayılabilecek sopası ile ilk harfi işaret ederek harfin adını söyler. Çocuk da hilaliyle takip ederek tekrarlar. İlk derste çocuğa elifba cüzünün en başındaki dua kısmı ile bir kaç harf ve çok kere sadece elif harfi okutulurdu. Bazen çocuk harflerin tamamını da okurdu. “Aferin! Bu günlük bu kadar yeterli. Ders bitti.” Der ve balmumunu alır, cüzde kaldıkları yere yapıştırırdı, gelecek derste o balmumu yapıştırılan yerden devam edilmesi için. Bundan sonra öğretmen “Yarabbi ilmimi ve aklımı ve anlayışımı artır” manasına gelen “Rabbi zidnî aklen ve ilmen ve fehmen” Duasını çocuğa tekrar ettirerek ilk dersi bitirirdi. Maşallahlar arasında çocuk önce hocanın elini sonra da orda bulunan büyüklerinin ellerini öperdi. O artık yeni ve küçük bir şakirddi, küçük bir öğrenci…
BED‘-İ BESMELE TÖRENİNİN BAŞKA BİR UYGULAMASI
Bed‘-i Besmele Töreni genelde yukarıdaki gibi yapılırdı. Bazen bu anlattığım şekilde yapan muallimler de vardı. Âmin Alayı bittikten sonra yukarıda anlattığım teşrifatla öğretmenin karşısına oturtulurdu çocuk. Hoca, çocuğun kalemini açar, divitin mürekkebine batırırdı. Sonra “Rabbi Yessir: Rabb’im kolaylaştır” yazardı kâğıda. Sonra üstüne şeker dökerlerdi ve o şekerli mürekkepli yazıyı çocuğa yalatırlardı. Sonra yine tören yukarıdaki gibi devam ederdi.
Yazının mürekkebini şekerli şekerli yalayanlardan biri de meşhur şairimiz Yahya Kemal Beyatlı. O beynine nakşetmiş olan bu olayı “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım” isimli kitabında ayrıntılı anlatmaktadır.
(Bir Sıbyan Mektebi oğrencileri ve hocalarıyla)
ZİYAFET VE HEDİYELER
Yeni öğrenci el öperken, orada bulunan talebe hafızlar tarafından Kur’an’dan sûreler okunurdu. Sonra muallim bu sûrelerin sonunda anlamlı bir dua ederdi. Duanın işaret edilen yerlerinde âminciler “âmin” sadalarıyla duayı taçlandırırlardı. Sonra törenin bir parçası olan ziyafete gelirdi sıra. Sofralar kurulurdu. Ailenin maddi durumuna göre bu mükellef bir ziyafet olduğu gibi helva, zerde, pilav gibi şeyler de ikram edilebilirdi veya misafirler sadece lokmayla da ağırlanabilirdi. Lokma zaten bu törenin meşhur tatlısıydı. Mayalı ve suluca hamurdan kaşıkla fındık yahut ceviz büyüklüğünde alınıp kızgın susam yahut zeytinyağında kızartıldıktan sonra ya tatlıya atılmak yahut sonra tatlıya batırılmak suretiyle yenilen bir tatlıydı bu ve günümüzde de hâlâ yapılmaktadır. Yemekler ve lokmalar yenildikten sonra çocuğun ailesi tarafından görevlendirilen iki kişi sokak kapısının iki tarafında beklerler. Önceden içlerine belirlenen miktarlarda paralar konularak hazırlanmış çıkınlar evden ayrılan çocuklara birer birer verilirdi. Törene katılan bütün çocuklara bir kuruş, ilahicilere iki, ilahici başına üç kuruş, hoca, kalfa ve bevvaba münasip miktarlarda para verilirdi. Bazı ailelerin, mektep hocası ile mektep kalfasına nakdî hediyenin yanında cübbelik çuha, mintanlık kumaş da hediye ettiği olurdu. Bazı aileler de muallime ipek mendil içinde en aşağı sarı lira; kalfaya keten mendilde yarım lira, bevvaba yazma mendilde çeyrek lira, ilahici başına ve ustalara ikişer, birer çeyrek lira; diğerlerine ikilik, kuruş olarak verirlerdi hediyelerini. Durumları yerinde olanlar hocaya gayet müzeyyen bir bohça içinde iki top ipekli kumaş, bir bel şalı, cübbelik çuka ile atlas bir kese içinde uygun bir miktarda para takdim ederlerdi. Mektep kalfasına da bir top kumaş ve cübbelik bir çuka ile yine uygun bir miktar atiyye yani para konulmuş bohça verilirdi. Âminciler de onar, yirmişer para alırlardı. Anadolu’da ise genelde çocuklara para verilmez, simit ve şeker veya ekmek veya durumu yerindeyse helvalı ekmek dağıtılırdı. İlahicilere para verilirdi. Mektep hocasına ise bir tepsi baklava ve ucunda para bağlı sırmalı bir çevre gönderilirdi.
Gidenlerin hediyeleri verilirken kapıda, hanede kalan hoca ve misafirlere kahve ve şerbetler ikram edilirdi. Misafirlerin çocuk için getirdiği hediyeler de çocuğa verilirdi. Neler yoktu ki bu hediyeler arasında? Gümüş kupadan tutun da gümüş süt kadehine, gümüş hilal ve gümüş kaşığa kadar bir sürü hediye… Böylece tören sona ererdi. Bir ekleme daha yapalım konumuza: Osmanlı şehzadelerinin Bed-i besmele törenleri daha da şatafatlı olurdu ve tören sonunda töreni izleyenlere saçı adı altında altın ve gümüş paralar saçılırdı. Bu konuda I.Abdülhamid’in şehzadelerinin Bed‘ -i Besmele Törenini anlatan Enderûnlu Fâzıl’ın Sûrnâme-i Şehriyâr’ından da bahsetmeden geçmek olmaz.
YÜRÜYEN SERVİS
Her ne kadar mektepler çocukların ikamet ettiği mahallelerde ise de yürüme mesafesi olabiliyordu çocukların evleriyle mektepleri arasında… Bu durumda lalası olanlar lalalarıyla, lalası olmayanlar da bevvabla okula gelirlerdi. Bevvab yani mektebin hademesi her sabah “Haydi Mektebe!” dâvetiyle çocukları toplar ve uzun bir sırığa onların yiyecek çantalarını, sefer taslarını veya yemek çıkınlarını düzerek sırığı omuzuna alır ve çocukları toplaya toplaya ilerler bir servis gibi onları okula iletirdi. Akşamları da yine aynı şekilde evlerine dağıtırdı.
SON SÖZ
Âmin Alayı veya Bed‘ -i Besmele töreni, çocuğun hem aile içinde hem de toplumda yeni bir statü kazanmasını sağlıyordu. Bir bakıma bebeklikten, öğrenciliğe, büyüklüğe geçişti, çocuğun hayatının yeni bir safhasıydı. Velayet ve terbiye hakkının öğretmene devredildiği bu merasimler, Türk-İslâm terbiye anlayışını ve bu anlayışta öğretmene verilen değeri de anlatması bakımından manidardır. İslâm kültüründe ilme olan, Kur’an’a ve vatana olan bağlılığın göstergesidir. Bu merasimin arka planında asırların birikimiyle oluşmuş bir kültür, bir din ve dünya görüşü vardır. Yapılan tören, sıbyan mektebine başlama yaşına gelmiş çocukları okumaya heveslendirmesi bakımından da son derecede önemli pedagojik ve psikolojik bir anlam ve değer taşımaktadır. Osmanlılar’da uygulanan bu anlamlı törenin ilk amacı Kur’ân-ı Kerim’i minicik kalplere sevdirmek içindi. Çünkü yüreği Kur’ân ve İslâm sevgisiyle büyüyen çocuklar, dünyada vatanına, milletine, ailesine ve dinine hizmet eden şuurlu birer fert olurlar; âhirette de hem kendi kurtuluşlarına vesîle olacak ameller işlerler, hem de ebeveynine “sadaka-i câriye” olacak hayırlar gönderirler. Biz de ecdadımızın bu güzel âdetlerini yaşatarak, yavrularımızı merasimlerle, dualarla ve tatlı hâtıralarla yâd edeceği şekilde Kur’ân-ı Kerim’le tanıştırmalı ve onların gönüllerinin derinliklerine bu ulvî muhabbetin tohumlarını ekmeliyiz. O tohumları ekmeliyiz ki yeşersin meyve versin. Dal dal sarsın yurdumuzu. Kökleri ulaşsın geleceğe…
KAYNAKLAR
- Elif Aydın, “Tarihimizde Âmin Alayları ve Eğitim Açısından Değerlendirilmesi”, Tez [Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İlahiyat Ana Bilim Dalı, 2008].
- İsmail Kara ve Ali Birinci, Mahalle Mektebi Hatıraları-Âmin Alayı-Mektep İlahileri, İstanbul: Kitabevi, 1997.(Resimler de genelde bu kitaptan alıntıdır.)
- Necdet Sakaoğlu, “Âmîn Alayı”, İstanbul: Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993, c. I, s.s. 244-246.
- Mustafa Öcal, “Âmin Alayı”, İstanbul: DİA, 1991, c.III, s. 63.
(Beylerbeyi Sultan II.Mahmut Sıbyan Mektebi ya da diğer bilinen adıyla, Hamid-i Evvel Camii Sıbyan Mektebi)
(Daye Hatun Sıbyan Mektebi Kağıthane)
(Füyuzât-ı Hamidiye Mektebi Kız Öğrenciler)