Search for content, post, videos

Halep’e Yol Açın (I) İHH Başkan Yardımcısı Yaşar Kutluay Beyefendi ile Röportaj

 

#HalepeYolAçın hashtag ve sloganıyla geçtiğimiz günlerde İHH-İnsani Yardım Vakfı bir çağrıda bulunmuş ve bu çağrı bütün ülkede kabul görmüştü. Sultan Baba İlim ve Hizmet Vakfı başkanımız Hüseyin Tamgüney Hoca Efendi de olmak üzere yurdumuzun her yerinden insanlar araçlarıyla akın akın yola çıkıp,  sel olup Halep sınırına akmıştı. İşte bu konvoydan hareketle hem konvoyu organize eden hem de bu yardım ve arabuluculuk vazifesini üstlenmiş olan İHH yöneticilerine merak ettiğimiz sorularımızı soralım istedim. Bu amaçla İHH Başkan yardımcısı Yaşar Kutluay Beyefendi’nin misafiri oldum. Ben sordum kendileri sabırla ve şevkle cevap verdiler. Kendisinden ve bütün İHH yönetiminden, çalışanlarından, yardım edip destekleyenlerden Allah razı olsun. İşte sizler için yaptığımız o röportajımız…

Fatma Toksoy: Geçtiğimiz günlerde Halep için yine yollardaydınız İHH ile birlikte. Ne oldu sınırımızda? Niçin gittiniz?

Yaşar Kutluay: Şimdi, özellikle 2011’den beri Suriye’de yaşadığımız gözümüzün önünde cereyan eden bir olay var. Bir iç savaş. Bir zulme karşı  mücadele ile iç ayaklanma olarak başladı ama şimdi küresel güçlerin de saldırısı altında Halep. Ve burada yani bilinen 500 binden fazla insan maalesef hayatını kaybetti. Üstelik her ölenin de sayılabildiğini biz düşünmüyoruz. Yurt dışında 8-9 milyon civarında mülteci var şu anda. Türkiye’de 3-4 milyonlara yaklaştı mülteci sayısı. Lübnan’da Ürdün’de farklı yerlerde birçok mülteci var ve aynı zamanda Suriye’nin içerisinde de yaklaşık on milyon nüfus yer değiştirmiş durumda.  Yani Suriye içerisinde baştan beri savaş öncesinde hangi evde kalıyorsa savaş sonrası şu anda da aynı evde kalanların sayısı yüzde yirmiyi geçmiyor. Dolayısıyla çok ciddi bir kriz var. Son bir yıldır da Halep ciddi bir muhasara altında. Yaklaşık 300- 350 bin insanın tabiri caizse tamamen etrafı çevrilmiş, kuşatılmış durumda. Bölgeye gıda girişi yok. Elektrik, su yok. Son dönemlerde en son fırını da bombaladılar artık ekmek de çıkmıyor. Belki görmüşsünüzdür sosyal medyada, haberlerde bir hastane ararken karısı tekerlekli sandalyede vefat eden bir kardeşimiz vardı. Ve aynı zamanda onlar o yolculuğa da çocuklarını bulmak için çıkmıştı. Yani sokak sokak çocuklarını arıyorlardı. O arada yaralandı hanım ve vefat etti tekerlekli sandalyede, çocuklarını da bulamadan.  Yani paramparça olmuş hayatlar paramparça olmuş insanlar. Artık son noktaya gelmişti Halep.  İçerisinde bu 350 bin özellikle 50- 60 bin kişilik bölüm vardı ki bunların birçoğu belki de tamamı 15-20 gün içerisinde açlıktan vefat edecekti. Bir yandan rejimin saldırıları bir yandan Rusya’nın bombardımanı, bir yandan da İran’ın desteklediği milislerin katliamları artık inanılmaz boyutlardaydı. Artık sosyal medyada paylaşılan şeyleri gördüğümüzde biz de gözlerimize inanamıyorduk. Yani bu kadar mı dedirten görüntüler oldu. Tabii bir şeylerin yapılması gerekiyordu. Çünkü artık umursamazlıktan öte bir alışmışlık vardı. Yani zulme artık alışmışız, bombardımana alışmışız, ölen insanların sayıları artık sadece rakamlardan ibaretti. Yaralananlarla ilgili şeyler zaten hiç aklımıza bile gelmiyordu. Dolayısıyla başka bir şey yapmak gerekiyordu. Özellikle Halep bu noktaya geldiğinde belki hatırlarsınız Birleşmiş Milletler’de bu Suriye- Halep’le ilgili görüşülürken barış yapılmasıyla alakalı Rusya hiçbir şekilde barış olmayacak deyip oranın yani Halep’in komple vurulacağına dair bir sinyal verdi. Bu yüzden karar aldık yönetimimizle konuştuğumuzda.  Artık son yapacağımız şey bir şekilde konvoy düzenleyeceğiz, gerekiyorsa Halep’e kadar gideceğiz ve bu katliamı dünyanın görmesini sağlayacağız. Yani durduramıyorsak bile bunu bütün dünyaya gösterelim ki belki bir şekilde durdurmaya gücü olan yapılar belki vicdana gelir veya bir baskı grubu oluştururuz da vicdana gelmeseler de en azından reel düşünerek bu sıkıntıların kendilerine de yaklaşabileceğini tahmin edip oradaki katliamı durdururlar diye böyle bir düşünce içerisine girdik. Sonra da konvoy oluşturma hareketimizi ilan ettik ve tabi bu hareketimiz gerek sosyal medyada gerekse farklı yerlerde büyük bir teveccüh buldu. Ve o teveccühle konvoyumuzu oluşturduk. Yola çıktık.

Fatma Toksoy: “Çok konvoy yaptık ama hiç böylesini görmedim katılan herkesten Allah razı olsun” diye twitterdaki sayfanıza bir tweet sabitlediniz. Bu tweete dayanarak sormak istiyorum bu Halep konvoyunun diğerlerinden farkı neydi?

Yaşar Kutluay: Şimdi şöyle biz, zaman içerisinde bir sürü konvoy yaptık. “Filistin’e yol açık” diye bir konvoy yapmıştık fakat o konvoy sınırlı idi. Gazze’ye varınca araçlarımız bağışlanacaktı. O yüzden 300- 350 araçla çıktık yola. O da çok güzeldi. Onun haricinde Türkiye içerisinde birçok konvoy yaptık. Yurt dışında Batıdan hatta Akdeniz üzerinden giden, hatta Mısır’a giden konvoylar yaptık. Yeri geldi Türkiye’mizden geçti, biz onları sınırlarımızdan alıp diğer sınırımıza kadar destekledik. Biz de katıldık o konvoylara. Fakat bu konvoy bambaşka bir şeydi. Mesela ben Bosna’da gördüğüm olayı bu konvoyda da gördüm.

Mesela ne gördüm? Yolda arabamız yavaşladığında kadınların, bacılarımızın arabamızdan içeri yüzüklerini, bileziklerini attığını gördüm. Ben bunu Bosna’da yaşamıştım. Başka bir yerde yaşamadım. Bosna’da da böyle ablalarımız, teyzelerimiz, ninelerimiz elindeki, kolundaki yüzük ve bilezikleri kulaklarındaki küpeleri çıkarıp poşetimize atıyordu. Ne olur bunu oraya gönderin diye. Aynı Bosna’daki gibiydi.  Durduğumuz her yerde insanlar ağlıyor bileziğini veriyor, küpesini veriyor ben buna inanamadım gerçekten. Bu çok değişik bir şeydi ve hemen Bosna’yı hatırladım. Ancak bu Bosna’da yaşadığımızdan daha da farklı ve yoğun idi.  İnsanlar burada hızlı bir şekilde tepki verdi. Çünkü herkes biliyordu ki şunu anlamış gördüğümüz kadarıyla; Halep ölüyor!  Ve bu gün yapabileceğimiz en son şey oraya bir şeyler gönderebilmek. Dolayısıyla her durduğumuz noktada da kimse bizi yalnız bırakmadı. Mesela birkaç gün yolda konakladık. Konakladığımız yerlerde koca koca statları doldurdular oraya geldiler geceye katıldılar Halep’le ilgili gerek o illerdeki valimiz belediye başkanlarımız il mülki erkânı gerek halk, gerekse sivil toplum hepsi İHH’yı Halep’i bu manada yalnız bırakmadı. Onun haricinde bu tip şeyler çok sıkıntılıdır. Yolda yatarsınız, yatacak yeriniz yoktur. Herkese dedik ki tulumunuzu alacaksınız çünkü 4 -5 günlük bir yolculuk. Biz şahsen sıkıntılar olacağını ve perişan olduk diye sızlanacaklarını düşündük. Ama baktık ki böyle bir şey yok. İnsanlar tevekkül içindeler. Hiç şikâyet almadık ve konvoy şöyle düşünün biz son noktaya vardığımızda belki 7-8 bin araç oldu yolda. Yol tamamen kilitlendi. Hiç kimse gelip ya benim şuyum eksik buyum eksik demedi. Ben gece yatacak yer bulamadım demedi. Arabasında kıvrıldı yattı. Müthiş güzel bir ortam vardı. Bambaşka bir şeydi bu. Onun haricinde bu konvoya katılan kitleleri değerlendirdiğimizde, her kitleden insanın buraya katıldığını gördük. Önceden mesela çalışma yaptığımızda belli kitlelerin hep duyarlı olduğunu görmüştük. Bu sefer baktık sanatçısından siyasetçisine cemaatlerden sivil toplum kuruluşlarına birçok yapının burada birleştiğini gördük. O zaman anladık ki Halep gerçekten bu toplumun içerisinde toplumu birleştirecek kadar bir mihenk taşı gibidir. Halep’in bir yapı taşı gibi olduğunu hissettik.

 

Fatma Toksoy: Ben tam burada sorabilir miyim, Halep bizim neyimiz olur? Bu kadar farklı kesimi de birleştirdiğine göre Halep neden bu kadar önemli?

Yaşar Kutluay: Halep neden önemli, şimdi geçmişte biliyoruz ki Bizans da diğer büyük imparatorluklar da bu bölgeden geçip Filistin’i işgal etmişler. Müslümanlar da fethetmişler yani Selâhaddin Eyyûbî’ye, Selçuklu’ya Osmanlı’ya baktığımızda bu noktalardan geçmişler. Üstelik bizim Türkiye içerisindeki etnik yoğunluğun aynısını Halep’te de görüyoruz. Yani, aslında Osmanlı’nın bozulmamış kadim şehirlerinden biri. Halep’in içerisinden geçerken zaten birçok Osmanlı eseri görürsünüz. Oradaki insanların birçoğunun Türkiye’de akrabası olduğunu öğrenirsiniz. Mesela Halep’ten bir amcamız gelmişti, içeri aldığımızda “Beni İstanbul’a götürür müsün?” dedi. “Niye ?” dedim. “Benim üç yüz yıldır beş yüz yıldır İstanbul’da yaşayan akrabalarım var. Onlar orada kaldı biz burada kaldık.” dedi. Oradan baktığınızda buralarda sadece Halep değil ama Bosna’sı, Balkanları, Kosova’sı, Üsküp’ü var. Bunlar aslında Osmanlı’dan kalma uç beylikleri gibi. Ve biz buralarda bu insanları bırakmışız. Bu gün bu insanlarla yüz yıldır doğru düzgün irtibat kuramamışız, irtibatımız kesilmiş, buna rağmen şimdi o hafıza yeniden canlandıkça bakıyor görüyoruz ki amcamız dedemiz aslında oralarda yaşamış, kalmış.  Mesela benim en çok şaşırdığım şeylerden birini anlatayım size.  Gazze’ye vakıftan ilk giren ben oldum elhamdülillah. Allah’a hamdolsun oraya girdiğimde insanların isimlerini sorduğumda Muhammed Kahveci, Mehmed Yorgancı gibi bu tip Türkçe ad ve soyadlarla karşılaştım şok oldum. Dedim ki nedir bu? “Bizim buranın çoğu Osmanlı askeridir aslında. Osmanlı askeri burada geride kaldı, bunlar onların neslinden gelenler.” Dediler.  Evet, normalde baktığınızda Halep de bir Türk şehridir. O denli bir bağlantımız var. Öteki taraflara da baktığınız zaman aslında Türk- Kürt -Arap aynısı Türkiye’de de var ve onlarla da akrabalık bağları var. Dolayısıyla ciddi bir bağ var aramızda. Bunu göz ardı edemeyiz yani.

Fatma Toksoy:  Sizin çağrınıza uyup size destek olarak yola çıkan dediniz ki 7-8 bin araba vardı, kardeşlerimiz vatandaşlarımızı görünce ne hissettiğinizi anlattınız biraz evvel. Peki, bu her renkten her görüş ve farklılıklardan oluşan insanların olmasını ve bunların Halep için birleşip yola çıkmalarını Ümmet bilincinin bir yansıması olarak yorumlayabilir miyiz?

Yaşar Kutluay: Kesinlikle. Geçmişte Türkiye bu noktalarda çok sıkıntılar çekti. Geçmiş dönemlerde hepimiz biliyoruz işte Araplar bizi arkadan vurdu, işte Türkler şöyle yaptı böyle yaptı, Kürtler böyle yaptı vs. vs. Tabi bunlar farklı fitne odaklarının çıkardığı ve yaydığı bir takım içimizdeki feraset sahibi olmayan arkadaşlarımızın kardeşlerimizin de buna inandığı çanak tuttuğu bir algı operasyonlarıdır, yalanlardır. Aslı astarı yoktur bunun. Her milletin içerisinde hain de çıkar sağlamı da çıkabilir. Bugün bunu bütün her yerde görmekteyiz zaten. Biz birçok yerde ümmet bilincini artırmaya çalışıyoruz yaptığımız bütün çalışmalar bu nokta üzerinden. Burada bu konvoya baktığımızda da ümmet bilinciyle dünyanın birçok yerinden katılanları gördük. Mesela Arnavutluk’tan,  Kosava’dan, Balkanlar’dan katılım vardı.  Arnavut bayraklarıyla gelen de vardı, Doğu Türkistan bayrağıyla da gelen vardı, Afrika’dan bayrağıyla gelen de vardı.

Fatma Toksoy: Müslümanlardı bu gelenler değil mi?

Yaşar Kutluay: Evet, evet Müslümanlardı. Şimdi bu bambaşka bir şey. Yaklaşık 200- 250 kişi de böyle yurt dışından gelenlerdi. Dolayısıyla biz Halep dediğimizde bunun sadece bizi ilgilendirmediğini bütün dünya Müslümanlarının bir şekilde yönünü bu tarafa çevirdiklerini ve İslâm bilincinin ümmet bilincinin arttığını çok net gördük.

Fatma Toksoy: Gelecek Suriyeli kardeşlerimiz için orada gece gündüz soğuk demeden çalıştınız çadırlar kurdunuz. Peki, tahliye edilen Suriyeli kardeşlerimizi gördüğünüzde nasıl duygular içindeydiniz? Onların duyguları da nasıldı?

Yaşar Kutluay: Şimdi ben son noktadaydım zaten. Rejimden insanları ilk teslim alacağımız noktadaydım. İlk bizi görüyorlardı. Ben böyle bir manzaraya ilk defa rastladım. Yani daha önce de takas dediğimiz insanların değiş tokuşuna şahit olmuştuk ama sınırsal olarak bu kadar yakınına gitmemiştim. Onun için şöyle söyleyeyim size. Mesela o son noktada gece karanlık ve hava da o kadar çok soğuktu ki biz kabanlarımıza sarılmışız burnumuzun ucunu göstermeye korkuyorduk. O arada karşıya baktığımızda Suriyelileri taşıyan rejimin yeşil otobüslerinin bize doğru geldiğini gördük.  Bizim tarafa geçtiklerinde insanlar o otobüsün camlarından bize doğru bakarken hala tedirginlerdi.  Bizi kime teslim ediyorlar nereye teslim ediliyoruz, tedirginliğini yaşadıklarını gözlerinden anlayabiliyorsunuz.  Daha doğrusu kurtulduklarına inanamıyorlar çünkü gerçekten ölümün pençesinden çıkıyorlar. Orda kaldıkları yerde mutlak surette bir zulüm var ve başlarına geleceklerden endişeliler. Bize de geldiklerinde arabadan indiklerinde inene kadar ilk anda bakıyorlar,  ne zaman ki gerçekten kurtulduklarını anlayınca işte o zaman iş kopuyordu. Ağlayanlar, üzerimize atılıp sarılanlar, hele o çocuklar… Ben çocuklara çok üzüldüm. İçim gitti gerçekten.

Fatma Toksoy: Neden?

Yaşar Kutluay: Yani çocuğu olanlar bu duyguyu daha iyi bilir diye düşünüyorum.  O çocukların bazılarının ayağında ayakkabıları yok. O soğukta hiçbir anne ayakkabısız bırakmaz yavrusunu, ama demek ki yok. Yokluk içindeler. Altı aylık birçok bebek gördüm. Yani o ortamda altı aylık bebekleri yorganlara battaniyelere sarmış insanlar.  Hüngür hüngür ağlayarak sarılıyorlar. Ali Satır isminde bir amca geldi, oturduk,  onunla konuştuk. Dedi ki: “Türkiye nasıl?”  “İyi” dedim. “İstanbul nasıl?” dedi. “İyi” dedim. “Tayyip Erdoğan nasıl?” dedi. “İyi” dedim. “O zaman biz de iyiyiz” dedi.  Bu kadar sıkıntılı bir bölgeden zorluklarla gelen insan bizi soruyor, Türkiye’nin güvenliğini soruyor, Türkiye’nin selametini soruyor Türkiye’nin iyi olup olmadığını başbakanının cumhurbaşkanının iyi olup olmadığını soruyor. Ve iyi olduklarını duyunca da “O zaman biz de iyiyiz” diyor.  Bu denli onlar da ümmet bilincine ve şuuruna sahipler. Ben şahsen çok etkilendim. Yani çok yerde görev aldım ama bu bambaşka idi.  Halep’i hiçbir zaman unutmayacağım.

Fatma Toksoy: Takıldım o söze yani “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan iyiyse, Türkiye iyiyse biz de iyiyiz!” demişler burada basında bir yanlış algı var. Cumhurbaşkanının ve devletin algısını bilinçli şekilde belli odaklar değiştiriyorlar. Aslında demek ki Sayın Tayyip Erdoğan’ı yani cumhurbaşkanımızı bir lider olarak görüyorlar, ona güveniyorlar, ümmeti kurtarıcı olarak görüyorlar öyle mi?

Yaşar Kutluay: Kesinlikle. Her şeyden bütün herkesin şunu bilmesi lazım, İslam coğrafyasının birçok yerinde eziyetler var sıkıntılar var.  O eziyetleri çeken insanlar o katliamları gören insanlar bir şekilde Türkiye’nin son kale olduğunu İslâm’ın Müslümanların son güç noktası olduğunu çok iyi biliyorlar.  Ve bu noktada Türkiye olarak bizler hata yapmıyor muyuz, yapıyoruz. Ama onlar bile diyorlar ki Türkiye el üstünde tutulmalı hata bile yapsa bizim gözbebeğimiz bizim en büyük destekçimiz en büyük koruyucumuz diye düşünüyorlar.  Yani Türkiye’nin kıymetini tabiri caizse Türkiye’nin dışındaki Müslümanlar çok daha iyi biliyorlar. Çok daha ciddi, iliklerine kadar hissediyorlar. Dolayısıyla yüz yıllık birçok badire atlattık birçok sıkıntı atlattık. Hata da yapabiliriz. Yüz yıldır bu coğrafyalarda bizim müdahil olmadığımız işler yapıldı ama Allah’ın izniyle bu coğrafyaların sahipleri bu coğrafyalarda oturanlar katliamlara da maruz kalsalar Türkiye’yi bir şekilde abi gibi gören baba gibi gören ana gibi gören bir ümmet var. Değerini çok iyi biliyorlar. Kendilerinden öte burayı önceliyorlar. Her şeye rağmen.

Fatma Toksoy: İHH’yı yaptığı faaliyetleri Mavi Marmara olayıyla sanırım artık duymayan bilmeyen kalmamıştır. Yine de internet ve medyadaki bilgi kirliliği dünya çapında faaliyetlerden biliyoruz. Bize bu kuruluşun hikâyesini anlatır mısınız? Ne zaman ve nasıl kuruldu? Diğer sivil toplum kuruluşlarından farkınız ne?

Yaşar Kutluay: Çok sayıda sivil toplum kuruluşu var elhamdülillah artık hepsi güzel işler yapmaktalar.  Allah hepsinden razı olsun. İnşallah daha fazla sivil toplum kuruluşu, vakıf, dernek bu işlere gönül verip daha güçlü oluruz Türkiyeli Müslümanlar olarak çok daha iyi yere geliriz. İHH nasıl doğdu?  1990’larda bir Körfez Savaşı vardı, hatırlayacaksınız.  O savaşa baktığınızda bizim bir şekilde müdahil olamadığımız yani kardeşlerimize yardım edemediğimiz dertlerine koşup bir şeyler yapamadığımız bir savaştır. Ve kameraların ve bütün dünyanın gözü önünde naklen Bağdat gibi kadim bir şehirle birlikte yüzbinlerce milyonlarca insan bombalanmıştı. Tabii o dönemler biz çok gençtik, ben 18 yaşındaydım. Bülent Abi, yani İHH başkanımız 22-23 yaşlarında. Çok gençtik. Fakat iş Bosna savaşına geldiğinde bir şeyler yapılması gerektiğini düşündük. Yani bir şekilde Müslümanlara yardım etmemiz lazımdı. Bosnalıların yanında olmalıydık. 450 -500 yıl beraber yaşadığımız bir Bosna medeniyeti, Balkan medeniyeti çok ciddi büyük bir soykırıma uğramıştı.  Tabii o zaman böyle vakıf gibi bir şey kurmak belki aklımızda bile değildi. Daha çok gönüllülük esasıyla hareket ediyorduk ve ilk toplanan paralar da eşten dosttan annemizden babamızdan, etrafımızdan topladığımız paraydı. Çok iyi hatırlıyorum. Bülent abi, başkanımız 150 bin markla günümüz parasıyla yetmiş bin lira gibi bir şeydi, o parayla Bosna’ya gitmişlerdi ve orada Allah rahmet eylesin hepsine,  İzzet Begoviç’le ve o savaşın kahramanı olan kardeşlerimizle görüşmüşlerdi. O zaman başkanımızın onlara söylediği bir şey vardı. “Gelelim biz de burada duralım geri dönmek istemiyoruz, gerekiyorsa sizin gibi biz de burada ölelim yani utanıyoruz, nasıl geri döneriz?”  diye İzzet Begoviç’e söylediğinde Aliya İzzet Begoviç’in o zaman verdiği cevap çok manidardır. Dedi ki “Gidin, Türkiye’de bizi anlatın bizim için Türkiye çok önemli. Biz Türkiye’deki kardeşlerimizden hem dua hem destek bekliyoruz. Ne olur burada gördüklerinizi anlatın. Böyle bir şeye çok ihtiyacımız var!” O ihtiyaca binaen geri dönüldü. Oradan geri döndüğümüzde hepimiz şunu fark ettik. Türkiye’nin STK bağlamında bir eksiği var. Yani dünyanın birçok yerinde farklı sivil toplum örgütleri, farklı yapılar ve birçok misyoner kuruluşlar dünyanın her yerinde çalışıyorlar yüz yıldır.  Bizim de bu zayıflığımızdan istifade ederek Afrika’nın nerdeyse yarısını Hristiyanlaştırdılar.  Asya, Balkanlar Kafkaslar hakeza. . Ama baktığımızda Türkiye’de maalesef bir sivil toplum kuruluşu yoktu o zamanlar.  Onun için bu manada yardım kuruluşu olarak Türkiye’de İHH ilktir, öncüdür yani. Bu tarihte Türkiye’de yurt dışı için bağış toplamak yasaktı. Yurt dışına ancak Kızılay çalışabiliyordu. Kanunlar ona müsaade ediyordu. Dolayısıyla ilk dönem bu amaçlarla vakfımız Almanya’da kuruldu. Ne zaman ki Türkiye’de kanunlar müsait hale gelmeye başladı işte o zaman yani 1995 yılında Türkiye’de de kuruldu. Ve zaman içerisinde misyon ve vizyonunu belirledi. Şimdi gördüğünüz çalışmaları yapmaya başladı. Kurulduğumuzda bir hedef belirlemek gerekiyordu. Bu hedef nedir? Osmanlı hedefine Bizans’ı koymuştu. Onun için belki çok büyük başarılara imza attı. Hiç unutmuyorum başkanımız o zaman dedi ki: “ Bizim hedefimiz Kudüs’ün Mescid-i Aksâ’nın kurtuluşu olsun”  Ve İHH’nın aslında hedefi Kudüs’ün Mescidi Aksâ’nın kurtuluşudur. Orası kurtulursa zaten bir medeniyet değişikliği olmuş farklı bir medeniyete geçiş yapmışızdır demektir.

Fatma Toksoy: İHH’da İslam hukuku mu geçerli? Biraz anlatabilir misiniz?

Yaşar Kutluay: İHH yaptığı bütün çalışmaları bir şekilde Kur’an ve sünnetten çıkarır. Başka hiçbir yerden çıkarmaz. Yaptığı çalışmalara baktığınızda da bunu asla esnetmez. Yani şu bakımdan söyleyeyim mesela zekât nasıl kullanılması gerekiyorsa öyle kullanılır. Fitre nasıl kullanılacaksa öyle kullanılır. Kurban nasıl değerlendirilecekse, nasıl kesilecekse nasıl dağıtılacaksa o şekilde yapılır. Dolayısıyla İslâm’ın emirlerinin dışında hiçbir şekilde hiçbir noktaya sapılmaz. Ve aynı zamanda ibadetlerde bir şekilde geçersiz hale getirilmek için herhangi bir şeyin önü açılmaz. Bunun böyle olması gerektiğini düşünüyoruz. İHH’nın yaptığı bütün çalışmalara baktığımızda yetimdi yetimlere yardımdı yolda kalana yardım işte aç kalanı doyurmak bunların hepsini zaten Kur’an ve hadislerde göreceksiniz. Bir de yapacağı yeni bir çalışma olursa birçok hocamızdan müteşekkil bir fıkıh grubumuz vardır. Türkiye’deki camiaların tanıdığı hocalardır bunlar ve bunlarla görüşülür fıkhen bütün çerçevesi çıkartıldıktan sonra o çalışmaya başlanır.

Fatma Toksoy: Bunca faaliyetinizin içinde unutamayacağınız nice olaylar yaşamışsınızdır. Bize bir anınızı anlatabilir misiniz?

Yaşar Kutluay: Çok anı var. İlk olarak Bosna’dan bir anımı anlatayım. Bunlar zorlu acı şeylerdi benim için ama belki okuyucularımızın karşımızdaki medeniyeti anlamaları açısından bu anılar önemli bir yer teşkil eder. Bosna’da bir yaralı kardeşimizi hastanede ziyaret etmek için Zenitsa Devlet Hastanesi’ne gitmiştim. Hastanenin kapısında beklerken acı acı korna çalarak gelen bir araç gördüm. Aracın içerisinden bir bebek çıkardılar. Bebek, altı yedi aylık ya var ya yoktu. İki kolu ve iki bacağı dibinden kesilmişti. Yani o anda sağ mıydı nefes alıyor muydu bilmiyorum fakat çok etkilenmiştim. ( gözlerimiz doldu! ) Bebekti nihayetinde içeri girer girmez şehit olduğunu duydum. Sorduğumda Sırpların bu bebeği böyle kestiğini söylediler. Anlam verememiştim.  Yani nasıl olur da savaşta insan 6 aylık bir bebeği keser? Bu benim hâlâ hatırladıkça kendi kendime sorduğum bir şey. İnsanlara şunu sorarım hep, Hristiyan olabilirsiniz, Yahudi olabilirsiniz, Müslüman veya Budist de olursunuz ancak hangi dinden olursanız olun nasıl olur da bir bebeği bu şekilde öldürebilirsiniz? Bu başka bir şey. İnsanlıktan çıkmışlık var bunda. Bu beni çok etkilemiştir ve hâlâ aklıma geldikçe üzülürüm. Yine bunun gibi acı bir olayla da Kerkük’te karşılaştım. Hiç unutmuyorum Kerkük’te beş tane oğlu olan bir teyzemizin evini ziyaret ettik. Dediler ki bu teyzemizi ziyaret edelim o size anlatsın ne yaşadığını. Sonra teyze anlatmaya başladı. Dedi ki: “ Bu Amerikan askerleri bir gece geldiler beş oğlumu da aldılar evden.  Sonra birer gün arayla çocuklarımın başını kapımın önüne koydular Ve ben üçüncü çocuğumdan sonra bir an önce diğer çocuklarımın da kafasını başını göreyim ki bileyim hani hepsi öldü rahat edeyim en azından öldüklerini bileyim bu raddeye geldim.”  Bu da çok etkilemişti beni. Yani artık yapacak bir şey yok ve çocuklarının ölüsünü görmek yani en azından öldüklerine kalbinin kâni olmasını istiyordu teyzemiz ve beş çocuğunu da bu şekilde kaybetmişti. Bir başka acı olay da yine Kerkük’te duydum.  Maalesef onu da söylemeden geçmeyeyim ki anlayın Batı Medeniyeti denilen barbarların medeniyetini… Bir anne dedi ki: “Bir gün Amerikalılar geldi bebeğimi aldılar. Bir iki gün sonra çocuğumu kapının önüne bıraktılar. Fırında pişirilmiş vaziyette!!!”  maalesef bu coğrafya bunları, bu acıları yaşadı. Yani bu gün sosyal medyaya baktığınız zaman benzeri şeyleri zaten görüyoruz. Ama mesela bu olay benim 2005 yılında duyduğum ve bu kadar olur mu dediğim bir olaydı. Tabii güzel şeyler de yaşıyoruz. Hiç unutmuyorum bir de güzel bir şey söyleyelim. Pakistan depremi olmuştu. Çok kardeşimiz orda şehit oldu. Fakat orda Pakistan’da biz kamp kurduğumuzda kampın kenarlarında temizlik yapan, yolları temizleyen yaşlı bir amca gördüm. Yetmiş yaşlarına yakındı yaşı ve sürekli temizlik yapıyor, elinden süpürge düşmüyordu. Bu yaşlı amcayı çağırdım ve: “Sen niye bu yaşta bu kadar temizlik yapıyorsun uğraşıyorsun. Gel biz sana yardımcı olalım sen çalışma, ne gerekiyorsa biz verelim.” dedim. Meğerse Hristiyan’mış bu amca. Konuşurken öğrendim ki bu bölge halkı geçmişte İngilizlere olan öfke ve kızgınlıklarından dolayı oradaki Hristiyan ailelerin çocuklarına süpürgeyi verirlermiş, onların görevi sokakları süpürmekmiş. Dolayısıyla biz de onunla ilgilenip durumuna üzülüp, ne gerekiyorsa biz verelim sen süpürme dediğimiz için bu amca çok şaşırmıştı bu hoşgörülü şefkatli tavrımıza. Bize dedi ki: “Siz Müslüman mısınız?” Dedik “Evet”.  “Bu nasıl Müslümanlık?” dedi.  Ondan sonra biraz oturup sohbet ettik. Konuştuk. Konuşunca “Ben de Müslüman olmak istiyorum” dedi. Belki 60 yıldır sokakları temizleyen bir adam ve üstü başı kir pas içerisinde. “Benim üstüm başım çok kirli” dedi. Tevafuk ertesi gün de Cuma. Namazı biliyor cumayı biliyor çünkü Müslümanların içerisinde yaşıyor. Oradaki arkadaşlara:  “Bu amcamızı alın güzelce temizliğini yapabileceği hamama götürün üzerine güzel elbiseler giydirin” dedim. Amca hemen oracıkta zaten Kelime-i Şahadet de getirdi Müslüman oldu. Çok güzel bir anıdır bu bizim için. Allah’a hamdolsun. Acı olayların yanı sıra böyle çok güzel şeyler de yaşıyoruz. Afrika’da da böyle bir şey başımıza geldi. Onu da anlatayım madem. Şu an yetim biriminin başında olan kardeşimiz Afrika’da hangi bölgeydi şimdi ismini unuttum oraya gidiyorlar. Ülkeye girerken diyorlar ki “Biz kurban dağıtacağız. Müslümanlar olarak bizler kurban keseriz fakirlere eşe dosta dağıtırız. Burada da fakirlere bu kurbanlardan dağıtmak istiyoruz.”  Devlet de diyor ki “Nerden bilelim biz sizin iyi niyetli olduğunuzu?” E nolcak? “Yanınıza asker vereceğiz” diyorlar. “Tamam, buyurun asker verin yanımıza” diyor arkadaşlar. Sonra Afrikalı asker eşliğinde yola çıkıyorlar.  Kurbanları fakir fukaraya dağıtmaya başlayınca onlara rehberlik edenler en son bir kasabadan bahsediyor. Diyorlar ki “Burada bir köy var. Bunlar Müslüman değil ama açlar. Fakirler ve açlar. Yani bunlara da vermenizde bir sıkıntı olur mu?”  Bizimkiler: “Olmaz, madem açlar biz bunlara da verelim” diyor. Köye giriyorlar. Köyde beş tane kabile var. Arkadaşlar önce oradaki beş kabilenin şeflerini toplayıp onlara durumu izah ediyorlar. “Biz Müslümanız yılın belli bir zamanı kurban keseriz; üçte birini kendimize,  üçte birini komşumuza üçte birini fakirlere veririz. Bu da sizin, Türkiye’deki insanların gönderdiği kurbanlardan bir pay.” deyince kabile şefleri şaşırıyor. “Peki, bunun için bizden bir şey istiyor musunuz?” diye soruyorlar. Arkadaşlar “Yok” diyor. Daha çok şaşırıyorlar ve: “Bedava mı veriyorsunuz?” diye soruyorlar.  Arkadaşlar: “Bedava veriyoruz. Allah rızası için” deyince bu defa merakları iyiden iyiye artıyor ve diyorlar ki bize dininizi anlatın. Bu bakın çok enteresan. Üç dilden çevrilerek yapılan bir konuşma bu. Bizim arkadaşımız İngilizce konuşuyor, onu biri Fransızca’ya çeviriyor. Fransızca’ya çevrilen konuşmayı da üçüncü kişi o kabilenin diline aktarıyor. Böylelikle kabile şefleriyle konuşuluyor. İslâmiyeti birazcık anlattıktan sonra kabile şefleri oturup konuşuyorlar kendi aralarında istişare ediyorlar sonra dönüp diyorlar ki: “Biz Müslüman olmak istiyoruz.” O beş kabile şefi Müslüman oluyor. Sonra diyorlar ki “Bunu bizim halkımıza anlatın hepsini toplayalım.” “Tamam” diyor arkadaşlar. Kabileler toplanıyor. Onlara anlatmaya başlıyorlar. Anlatınca halkın yüzde sekseni Müslüman oluyor. Hemen o arada halkın arasından biri arkadaşlar oraya bir su kuyusu ve bir Mescid yapsın diye arazisini bağışlıyor. Böyle olunca çok enteresan bir olay daha yaşanıyor. Orada yaşlı bir teyze de ayağa kalkıyor tekbir getiriyor ve kendi kendine sevinç naraları atıyor. Arkadaşlar soruyorlar ona, nedir ne iştir bu? Kadın diyor ki “Oğlum bu kabilede bir tek Müslüman bendim. Kendimi saklıyordum. Siz gelene kadar bunların hepsi benim düşmanımdı. Siz geldiniz hepsini Müslüman yaptınız benim kardeşim yaptınız. Siz nerden geldiniz?” diye soruyor sevinçle. Daha bitmedi,  bu güzel olaylar zinciri devam ediyor. Yanlarında onlarla ülkeyi gezen görevli asker vardı ya, o da görevi bitmek üzere iken bizim arkadaşlara dönüp, “Ben anladım ki siz doğru bir yoldasınız, dürüst insanlarsınız ben de Müslüman olmak istiyorum!”  Asker de Müslüman oluyor öyle ayrılıyorlar o ülkeden. İşte böyle güzel şeyler de oluyor.

Yerimiz bitti ama Röportajımız bitmedi daha. Devamı ve daha fazlası inşallah öteki sayımızda,

öteki sayımızda buluşmak üzere Allah’a emanet olun muhterem okurlarımız. Fatma Toksoy

 

Bu röportajın ikinci bölümü Seyyide Dergisi 48. Sayımızda Yayınlanmıştır. Sitemizde de vardır. Lütfen Tıklayınız.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *