İnsanoğlu tarih boyunca,yaşadığı yere pek çok anlam ve değer yüklemiştir. Ona göre mekân, ‘Nerede’ sorusuna verilen sıradan bir cevap değildir. İnsanoğlu mekânla sosyal, kültürel, ekonomik, duygusal ve bilişsel bir bağ oluşturur. Hem kendisi sahiplenmiş hem de sahiplenilmiştir. Hatta bazen kendini tarif eder gibi tanıtır onu. Kendinden bir parçadır evi, sokağı, mahallesi, şehri…Mekân,yalnızca şahsi bir değer katmaz kendisine, aynı zamanda orada yaşayan diğerleriyle oluşturulan birlikteliğin de en önemli unsurudur. Aile yapmış, mahalle yapmış, millet yapmış, devlet yapmış ve vatan yapmıştı.
Mekânını ilk değiştiren ya da değiştirmek zorunda kalan insanın atası Âdem olmuştu. Çünkü mekâna ait konulmuş olan bir yasağın ihlâli söz konusuydu ve adı cennet olan terfi mekândan adı dünya olan tenzili mekâna indirilmişti.
İlahi bir nizamın gereği olarak bir tarafta dünya, iç yapısıyla sürekli kevni bir değişim yaşarken diğer taraftan da dışında/yüzeyinde yaşayanlarda pek çok sebeplere bağlı olarak mekânsal değişim ve dönüşüm meydana gelmektedir. Her bir varlık iradeli ya da iradesiz bu değişime tabi olmuştur. Mekânsal bir değişim insanoğlu için çoğu zaman istenilmeyen ama zorunluluk gereği yapılan bir eylem olmuştur. İnsanlığın rehberleri peygamberlerin hayatlarında bunun pek çok örneklerini görmek mümkündür. Hz.Nuh, inananlarıyla birlikte zalim kavminden ayrılıp Cudi’ye sığınmış, Hz.Musa yıllarca Firavun’un elinde köle olan kavmini alıp vaad edilen topraklara doğru yola çıkmış, Lut peygamber fuhşiyatta ileri giden kavmini oldukları yerde bırakıp arkasına bile bakmadan terk etmiş, Hz.İbrahim Hacer’i ve oğlu İsmail’i beşeri zafiyetlerine yenik düşer korkusuyla Sare validemizden uzaklaştırıp Mekke’ye yerleştirmişti.
‘Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler. (İbrahim Suresi, 37)
Dünden bugüne çok bir şey değişmemiştir. İstikrarı, sabit bir mekân tutmayı seven ve isteyen insanoğlu için bu pek mümkün olmamıştır. Zira tutunduğu mekân bombalanmış, ateşe verilmiş, istila edilmiş. Şimdi mekânları ne yazık ki birleştirici değil ayrıştırıcı fonksiyonuyla karşılarında durmaktadır. Savaşın ve zulmün mağdurları ve mazlumları yüreklerini bırakarak ayrılmak zorunda kaldılar mekanlarından
Oysa gerçekleşme olasılığını düşünmeden hayalleri, neyi ümit edebilirim diye sormadan yüreklerine tatlı heyecan bırakan temennileri vardı. Şimdi gerçeği bile hayal edemiyorlar. Maddi ve manevi her neleri varsa ellerinden aldılar; yüreklerinden söküp çıkardılar. En son canları ve namusları… Pek çoğunun alınmıştı. Namusuyla hayatta kalma mücadelesi dışında kalan tüm ihtiyaçları artık lüks kategorisinde sayılıyordu. Sıra kendilerine gelecekken mücadelenin en son aşamasındaki tek yola revan oldular. Ayetlerden hüküm ve güven aldılar.
‘Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında onlara, ‘Ne işte idiniz?’ derler. Onlar da ‘Biz Yeryüzünde zayıf kimselerdik’ derler. Melekler: ‘Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de oraya hicret etseydiniz ya? Derler.’ (Nisa, 97)
‘Her Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik bulur Her kim Allah’a ve peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükafatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.’ (Nisa, 100)
Hem sonra Rasulullah’ın da yoluydu. O,Mekke’nin mukimi Medine’nin Muhaciri olmuştu. Mekân tutmuşlardı Müslümanlar evvela Habeşistan’ı sonra Medine’yi.
Hâlâ sevdası yüreğindedir evinin. Yıkık dökük fotoğraflarını gönderir bir de not düşer ‘EviM’. onun yüreği çok daha harap. Hani farzedelim dükkandan evlere çevrilmiş mekânlar ya da , apartmanın bu güne hiç kullanılmadığı atıl yerler yerine en güzel muhitten, hatta deniz manzaralı daireler verseydik mülteci kardeşlerimize acaba yine söndürebilir miydik hasretlerini?
Bu hasreti yüreğinde taşıyıp onu Medine’ye götüren Hz Muhammed’in sözlerini bir kez daha hatırlamak gerekir. Yüreği buruk son kez döner Mekkesine ve ona şöyle seslenir:
“Ey Mekke, vallahi sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı yerisin. Bana da en sevimli yerisin. Vallahi eğer buradan çıkmaya mecbur bırakılmasaydım, çıkmazdım.” (İbn Mâce, Menâsik, 103, 3099)
Kendileri de muhacirdi ama bilemediler ki bu kavram da tarihselcilik mantığıyla 7.yüzyıla gömülmüştü. Siyer kitaplarında büyük bir heyecanla defalarca okumuşlardı hicret olayını; Tarihi bir gündü hatta o kadar ki tarihin bir başlangıcı olacaksa ona yakışan en önemli olay hicret olmalıydı. ve de öyle olmuştu. Medine’ye hicret eden peygamberi Medineliler,‘Üzerimize ay doğdu’ şiiri eşliğinde ellerinde deflerle adeta bir düğün, bir bayram havasında evlerinin önlerinde, damlarında, Medine sokaklarında karşılamışlardı. Kalplerde yazılan bir kardeşlik tesis edilmişti. Tarih ne bundan evvel ne de sonra böyle bir olaya şahitlik edemedi.
Muhacir sıfatını taşıyor olmanın onuruyla günlerce aç, susuz, uykusuz ilerlediler. Nihayet kurtuluş kapısı ‘sınır’a ulaştılar. Medineli Ensar gibi olmasa da bir güzel karşılama olur düşüncesini ilk ihlal eden kelime ‘mülteci’ olur. Yeni bir statü, yeni bir kimlik. İçinde geçmişe ait hiçbir bilginin geçerli olmadığı bir kimlik.
Mülteci olarak çözüm bekleyen ne çok sorunları vardı. Savaşın yıprattığı psikolojik başta olmak üzere ekonomik, soso-kültürel, eğitim, sağlık, kimlik, aidiyet sosyal uyum dil gibi pek çok sorunlarla karşı karşıya kalmışlardı.
Yeniden hayata tutunmaya çalışıyor mülteci kardeşlerimiz. Evin kadını, elindekilerle estetize etmeye çalışıyor su bardağını. Bir yapma çiçek iliştiriyor. Suyu ikramlık kılıyor. Kaç yıllık olduğu belli olmayan yıkık dökük bir vitrini örtü ve süs bardaklarıyla süslüyor. Hayatını renklendiriyor. Varsa erkeği nafaka sağlama telaşıyla hiçbir hak hukuk istemeden dört elle sarılıyor işine. Ve en önemlisi dillerinden hamdi hiç eksik etmiyorlar. Konuşmaya yeni başlayan çocuğundan yaşlısına kadar içten ve samimi‘Elhamdülillah’ sözü dökülüyor.
Mülteci kardeşlerimiz şimdi bize bir insanlık imtihanı olarak sunulmuştur; merhametimizin, isârımızın, duyarlılığımızın, hüsnü muamelemizin, komşuluğumuzun, infakımızın, güvenilir olduğumuzun, dost olduğumuzun gerçek mânâda sınandığı bir imtihan. Bu dersimizi başarıyla geçtiğimizi hem Allah’a hem de insanlığa göstermeliyiz. Zulümden kurtulduğunu düşünen mülteciler için daha büyük bir zulüm yeri olmamalı bu mekânlar. Mağduriyetlerini suistimal eden, ondan behimi, alçak duyguları için bir çıkar elde eden sömürgeci zihniyetiyle hareket etmemeli bu mekânın sahipleri.
Bilelim ki onlar için en büyük yardım, yanlarında olduğumuzu, acılarını hissettiğimizi gösterebilmektir. Çözüm, ne istersin diye sorduğumuz Suriyeli bir kardeşimizin ‘Burada ailem yok. Müsait olduğunuzda bizi ziyaret ederseniz çok sevinirim’ cümlesindedir. Onlar, elimizde götürdüğümüz poşetlere bakmıyorlar. Ziyaretimiz onlar için en büyük nimet. Bir kahve ve çaylarını içmek, hal hatır sormak için çalmalıyız kapılarını; kerhen değil gönlümüzü ve kollarımızı açarak ‘Kardeşim hoş geldin’ demeliyiz.
Kimbilir belki İbn-i Haldun’un dediği gibi dünyayı muhacir kültürler ayakta tutacaktır