Yolu bir şekilde 28 Şubat’tan geçmiş ve 28 Şubat mağduru olmuş kişilere sorduk, ne olmuştu o günlerde, ne çekmiş neler görmüşlerdi? Nasıl etkilenmişlerdi 28 Şubat’tan. O günlerde engellenmeye çalışılan bu kişiler şimdi nerelerde, ne yapmaktalar? Hâlâ mücadele veriyorlar mı? Hatıraları, davaları, acılarıyla, hüzün ve bıraktığı derin yaralarıyla 28 Şubat için söylenenler:
Ali YALÇIN
MEMUR-SEN Genel Başkanı
EĞİTİM-BİR-SEN Genel Başkanı
Her şeyden önce 28 Şubat’ı doğru anlamak için Türkiye’nin temel problemi olan ve vesayet sisteminin devamlılığını mümkün kılan darbe düzenini anlamak gerekir. Türkiye’de darbelerin tamamı millete karşı yapılmıştır. İç ve dış vesayet odakları, Türkiye’nin kendisi için çizilen ve sonu yabancılaşmaya varan kulvardan her çıkma denemesinde devreye darbeleri almışlardır. Bütün darbelerin tek amacı vesayet sistemini ayakta tutmak, milleti bu meşum kulvarda tutmaktır. 28 Şubat’ın diğer darbe düzeneklerinden farkını da burada aramak gerekir. Bu farkın işaret taşı darbecilerin “Bin yıl sürecek” sözünde saklıdır. Nitekim darbeyi kotaran iç ve dış vesayet odakları Türkiye’de milletin geri dönülemez bir şekilde inanç ve değerleriyle siyaset, yargı, eğitim, güvenlik, bürokratik ve benzeri alanlarda (ki vesayetçiler bu alanları, kamusal alan tavsifiyle steril sekürel alanlar olarak kendi uhdelerinde tutuyorlardı) daha fazla görünür ve etkili olmaya başladığını görüyorlardı. Önceki darbelerin etkisinin kısa sürdüğünü düşündüklerinden bu sefer millete indirdikleri hain darbenin kalıcı olmasını ve etkisini yitirmeksizin devam etmesini hedeflemiş, darbeyi bu şekilde kurgulamışlardı. Bu nedenle 28 Şubat darbesinin ayırıcı vasfı “postmodern” ifadesiyle tesmiye edilen yapılış biçimi değil, bilakis bin yıl sürmesi üzerine kurgulanmış mezkur özelliği idi. Devleti milletin değerlerinden temizleme gayretlerini derinleştirip bunu özel teşebbüs, medya ve sokağa kadar genişletirken öte yandan da 28 Şubat’ın etkisinin bin yıl sürmesi için, darbeyle kamusal alandan uzaklaştırılan milletin inanç ve değerlerinin hiçbir şekilde kamusal alana girmeyeceği şekilde sistemin yeniden kurgulanmasına yöneldiler. 5+3 sistemi, üniversitelerdeki yasağın yüksek yargıda temel içtihat haline getirilmeye çalışılması hatta Anayasa mahkemesine onaylatılması, milletin değerlerini siyasete taşıyan partilerin bir daha ortaya çıkmaması için bir yargısal ve siyasal teamül oluşturulmaya kalkışılması, fişlemelerin kurumsallaşması, dindar camiaların sindirilmesi, dindar kesimin ekonomik olarak çökertilmesi gibi bir dizi siyasal, yasal ve yargısal çalışmalar yapıldı. Ancak, bir şeyi hep unuttular. Mazlumların özgürlük çığlığının nice görkemli surları yerle bir ettikleri, o surlarda mukaddes gedikler açtıkları, kükremiş sel gibi özgürlükleri önüne örülmüş bentleri yıkıp geçtikleri gerçeğini ve Onların bir hesapları varsa Allah’ın da bir hesabı olduğunu unuttular. Nitekim bu gerçeklerle çok geçmeden acı bir şekilde yüzleştiler.
Millet, darbenin üzerinden beş yıl geçmeden darbecilerin kuklası olan siyasi partileri parti çöplüğüne gönderdi. Darbeye destek veren sivil toplum kurumları ve sendikalar erdikçe eridiler ve millet kendi değerlerini taşıyan yapıları zirvelere taşıdı. Vesayetin bütün karar ve uygulamaları geçen süre içerisinde kademe kademe yok edildi. Millet, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işaret fişeğini 27 Nisan’da 28 Şubat’ın devamı olan e-muhtıraya karşı iradesine sahip çıkarak ateşledi ve sonrasında bir dizi darbe girişimini boşa çıkardı. Son olarak da 15 Temmuz’da canını siper ederek darbecilere bir daha darbeye cesaret edemeyeceklerini sağlayan son tokadı indirip, Cumhurbaşkanlığı referandumuyla da darbe düzeneğine son noktayı koydu. Bin yıl sürecek demişlerdi on yıl bile sürmedi. Bugün artık 28 Şubat’ın cuntacıları yargı önünde hesap veriyorlar. 28 Şubat ile ilgili olarak sadece iki eksiğimiz kaldı. Birincisi darbenin sivil ayağının da yargı önünde hesap vermesi. O dönemde yargıya açıkça destek veren medyasından yargısına STK’sından rektörlerine ve milletin kaynaklarını hortumlayan iş adamlarına kadar o süreçte bir şekilde rol almış herkesten hesap sorulması. İkincisi de brifingli yargı kararlarıyla hapse atılan ve hala hapiste haksız yere bulunan kişiler ile çeşitli biçim ve yollarla mağdur edilmiş kişilerin mağduriyetinin giderilmesi ve tanzim edilmesidir. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye artık yeni bir yola girmiştir. Milletin değerleri hiçbir kısıtlamaya maruz kalmaksızın demokratik sistem içerisinde yönetime taşınabilmekte, milletin değerleri ve inançları öz yurdunda garip öz vatanında parya muamelesi görmemektedir. Bu yeni Türkiye’nin en temel vasfıdır ve millet bedeller ödeyerek geldiği bu aşamadan asla geri adım atmayacağını son on beş yılda son derece açık ve net bir şekilde göstermiştir. Bu ülkenin her bir ferdi iç ve dış vesayet odaklarına fırsat vermemek için artık her an müteyakkızdır ve aşkla özgürlüğüne sahip çıkmaktadır. Başka bir dünyanın mümkün ve dünyanın beşten büyük olduğu fikrini bir küresel umut ve inanca dönüştüren de bu tablodur.
DEMET TEZCAN
Yazar- ÖNDER Genel Başkan Yardımcısı
Post modern zulüm 28 Şubat
Bir dönemin adı olarak girdi literatürümüze 28 Şubat. Çok şey ifade ediyordu bir çırpıda. Ortaçağ der gibi, engizisyon mahkemeleri der gibi anlamıyla, çağrışımlarıyla bir döneme vurduğu damgasıyla o dönemi bilenler, yaşayanlar, o kasırgaya tutulanlar için meramı tastamam anlatıyordu. Darbecilerce üretilmiş bir tehlike olarak “irticai faaliyet” tanımının bir sınırı yoktu. Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat tarihli belgesi irtica ile mücadeleyi “topyekûn” başlatırken toplumu “aşırı dinciler” tanımlamasıyla bir tarifin içine alıyordu ama “ kime ve neye göre aşırı” sorusunun cevabı da olmayan, herkesi birer niyet okuyucu haline getirdiği bir belgeydi bu. Bu belgeye göre bir, devletin ideolojik tanımına uyumlu vatandaşları vardı bir de, bu uyumu tehdit ettiği varsayılan vatandaşları. Onları yola getirmek içinse darbecilerden dönemin manşetlerine taşındığına göre gerekirse silah bile kullanılabilirdi, gerekirse bin yıl sürerdi…
MGK üyelerinden, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı 25 Şubat 1997’de “Yıllardır, devletin geleceği için birinci tehdit PKK terörü idi. Ancak güvenlik güçleri görevini yaptı ve PKK olayı kontrol altına alındı. Aşırı dinci akımlar ise bugün PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline geldi” diyerek 28 Şubat 1997 de MGK’da alınacak kararların hedef tahtasındaki kitleyi de açıklamış oluyordu. İrtica tehdidinin izini sürmek için oluşturulan Batı Çalışma Grubu daha sonra irtica tehdidini oluşturtanların sürek avına çıkacaktı böylece.
İlginç olanı bu açıklamanın ardından toplumun bir kesimin ne kadar asker, ne kadar militer olduğunu görüyorduk. Dönemin başbakanı merhum Necmettin Erbakan “Hükümetin önünde iki seçenek vardı. Birincisi ordunun tavırlarına karşı rest çekip hükümetten ayrılmak, ikincisi de uzlaşmayı ikna etmeyi denemekti. Biz uzlaşmayı seçtik” dese de, ordu, uzlaşmadan, ikna olmadan yana değildi. Seküler bir kamusal alan tanımlamasıyla Müslümanların inanç, örf ve adetlerine göre giyinmeleri, yaşama hakları hiçe sayıldığı gibi bir de hayat nizamı dayatmasına tabi tutuldular.
Her türlü baskıyı, zorbalığı reva gördükleri kesim “gerici, yobaz, bağnaz”; bu baskıyı her alanda uygulayan militaristler “çağdaş, medeni, uygar” oluyorlardı. Merkez medya malzeme için çalışılıyordu. Adeta onlarsız adım atılmıyor, her tür baskı, şiddet akşam ekranlardan mimikleriyle zafer çığlığı atan spikerler eşliğinde sunuluyordu. “Aşırı dinci” tanımlaması, fişlemesine tabi tuttukları Müslüman kesimin önüne nefes alabilecekleri her alanda setler, bariyerler, sınırlar çekerken kendi çağdaşlıklarında(!) sınır tanımıyorlardı. Burada tek tek sayamayacağımız pek çok çağdışılığın, ayıbın, zulmün yapılmasında “çağdaş sivil toplum örgütleri” ve medya da ellerinden gelen katkıyı ziyadesi ile sağlıyorlardı.
28 Şubat MGK kararlarından çok; kararların şakşakçısı, takipçisi, bekçiliği görevini üstlenen sözde siviller daha çok şaşırtıyor uygulamaları, sözleri daha çok can yakıyordu. Bunlar, öğretim üyelerinden, partililere, çeşitli dernekler, sendikalar, gazeteci -yazarlara, televizyoncuya kadar değişiyordu. Hemen hepsi hesap sorma makamındaydı ve hesapsızca soruyorlardı. Toplumun kimi kesimi arenadaki köleler gibi hayatta kalabilmek için efendisinin gözüne girebileceği maharet ve çeviklikle bir diğerini linç ediyordu.
İrticai faaliyet bir damga gibiydi. Gözlerine çarpan -ki hiçbir şey kaçmıyordu gözlerinden- her şeyin üstüne bu damgayı vuruveriyorlardı. Hiç ama hiç bitmeyen bir ithamlar, iftiralar silsilesine dönmüştü “irticai faaliyet.” Asker, terör örgütlerini, öğretim üyeleri bilimsel çalışmaları, sendikalar işçi haklarını bir yana bırakmış başlatılmış olan “topyekûn savaşa” topyekun destekle, militarizmin ülkeyi kasıp kavuran yangınına odun taşıyordu.
Türk-iş, DİSK, TÜSİAD, TESK, TOBB gibi sözde sivil toplum örgütleri ( dönemin beşli çetesi olarak kaldılar akıllarda) yanı sıra toplumun değer yargılarına savaş açmış olan partiler dernekler de niyet okuyuculuğu yaparak hükümet üzerinden halkın samimiyetini yargılıyordu. İstanbul kadın kuruluşları birliği, CHP Kadın Kolları, Atatürkçü Düşünce Derneği, Türk Kadınlar birliği gibi kuruluşlar darbeye giden sürecin ivme kazanmasında ve sonraki süreçte yangına körük görevi görüyorlardı.
28 Şubat darbesi eğitimden sermayeye, medyadan, sivil toplum örgütlerine tüm bir Müslüman camiaya yapılmış olsa da en çok başörtüsü yasakları, başörtülüye uygulanan zulümler üstünden anıldı, hatırlandı. Çünkü başörtüsünün görünürlüğü dolayısıyla gözle görünür olan tüm alanlarda baskı ve sindirmeye dahası yok etmeye yönelik bir politika ile karşı karşıya kalıyorlardı. Adeta bir paratoner gibi darbeci zihniyetin tüm nefretini, öfke ve hıncını üzerine topluyordu. Darbeciler onlar şahsında, onları ezerek darbe gerçekleştirdikleri kesime hemen her noktada nefes aldırmayacaklarını bildirmiş oluyordu.
FATMA HAZAN TÜRKKOL
Erdem Yayınları Editör
TRT Çocuk Metin Yazarı
Doktora öğrencisi, İletişimci
“Süreç içinde 3 kez ifade verdim. Son ifademi de bu generallerin yanı başında, yüzlerine karşı verdim. Okuldan atılırken, gidecek yerimiz kalmazken bu günlerin gelebileceğini inanın hiç düşünmemiştim. Şimdi onların yüzüne ‘Hayatımın renklerini çaldınız, sizden şikâyetçiyim’ diyebildim. Haksızlık er ya da geç adaletle karşılaşır. Mahkeme salonundaki tepkilerinden anladığım kadarıyla kendileri yargı önüne çıkacaklarını hiç düşünmemişler. İyileşmek ancak adaletle olur. Bu davanın anlamı gerçekte bu.” (Zeynep Türkoğlu, “İyileşmek ancak adaletle olur”, Star Gazetesi, 14Ocak 2018)
“Hayatımın renklerini çaldınız şikayetçiyim…” Diyerek Star Gazetesine demeç veren Fatma Hazan Türkkol Hanım, 28 Şubat hakkında görüşlerini sorduğumuzda okurlarımıza şu sözlerle açıklama yaptı:
“28 Şubat sürecinde okullarından atılan öğrencilerden biriyim. Bu davaya, tarihe bir kayıt bırakmak için müdahil oldum. İnanıyorum ki adalet er ya da geç gelir ve yaraları iyileştirir. sabretmek mücadele etmektir, bu mahkeme süreci de bir mücadele. İnandığımız şeyler, ibadetlerimiz tüm siyasi tartışmaların üzerinde ve kimliğimizin bir parçasıdır. Bu sebeple vazgeçmedik, vazgeçmeyeceğiz. Bir gün yine bizden sonrakiler böyle bir yasakla, hak ihlaliyle karşılaşırsa bizim yaşadıklarımız kayıtlarda bulunsun ve onların elini kuvvetlendirsin. Bir daha bunların yaşanmaması için her türlü hak ihlaline karşı sağlam bir duruşa sahip olmalıyız.”
Ve bize Mahkemede yaptığı konuşmayı gönderdi. Manidar ve bir o kadar da etkili….
“Sayın Mahkeme Heyeti;
Ben 28 Şubat kararlarından, başörtülü bir kadın olduğum için zarar görmüş biriyim.
Yaşadıklarımdan bu ifadede geçenler yalnızca belgeleyebildiklerimdir. 2002 yılından beri bilfiil yaşadıklarım ise bunların katbekat fazlasıdır. “Kapalı alanlar”dan atıldığım, hakarete uğradığım, psikolojik şiddet gördüğüm, ülkemi terk etmek zorunda kaldığım günlerin sadece birkaç tanesi.
2002 yılında “Başımı açacağımı taahhüt ederim.” Yazılı kâğıdı imzalamadığım için üniversiteye giriş sınavına başvuru yapamadım.
2003 yılında sınav salonundan zor kullanılarak atıldım. Görevli “Benim bulunduğum ortamda bulunamazsın.” diye bağırıyordu.
2004 yılında sınavımın geçersiz sayıldığı ve puanımın da iptal olduğunu öğrendim.
2005 yılında kocaman bir anfinin ortasında perukla oturdum ve görevlilerin sınavını kabul etsek mi yoksa etmesek mi diye tartıştığı dakikaların bitmesini bekledim.
2005 yılında benim gibi okulundan atılan kız kardeşimi de alarak yurt dışına çıktım. Eğitim aldığım tüm okullarda başarı bursu ile okudum. Ben bu başarıyı kendi ülkemde de gösterebilirdim. Dönebildiğimde yıl 2013 olmuştu. Bu sürgünün “ah”ını ömrüm boyunca yaşayacağım. Seneler boyunca yasağın kalkacağı umuduyla son dakika haberi bekleyen ailem de unutamayacak. Ben yurt dışına giderken geride bıraktığım, imkân bulamayan diğer arkadaşlarım da hiç unutamayacak.
Sayın mahkeme heyeti; ben sadece öğrenciydim. Dindar, başörtülü bir öğrenci. Sınav salonlarından terörle mücadele ekiplerince alınacak bir şey yapmadım. 2005 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalacak, bir bavul toplayıp ülkemden ayrılmak zorunda bırakılacak bir şey de yapmadım.
Hala rüyalarımda beni salondan atmaya çalışan görevlinin nefes nefese kalmış halini görüyorum.
İyileşmek istiyorum. İyileşmek ancak adaletle olur. Kırılan kemik kaynayınca nasıl izi kalsa da iyileşmiştir. Bizim de yaşadıklarımızın izi kalsa da iyileşmeye ihtiyacımız var.
Ben bu davaya, adaletle iyileşmek için müdahil oldum.
“İrticayla mücadele” denilerek yıllarımı kaybettiren, eğitim hakkımı elimden alan, beni inançlarım ve ideallerim arasında seçim yapmaya zorlayan, yıllarca memleketim dışında sürgün hayatı yaşatan bu uygulamanın karar vericilerinden ve uygulayıcılarından adaletiniz önünde şikâyetçiyim.
Beklentim de haksızlığa uğradığımın ilanını duymak ve bunun kayıtlara geçtiğini görmektir.
Söyleyeceklerim bundan ibarettir. Teşekkür ederim.”
GÜLDEN SÖNMEZ
Avukat
İnsan Hakları Savunucusu
Resmi Arabulucu
Aktivist.
28 Şubat sürecini sadece Türkiye’de belli bir kesime yönelik bir müdahale olduğu yanılgısına düşmemeliyiz. 28 Şubat Postmodern Darbesi İslâm dünyasının jeopolitik açıdan, stratejik açıdan en önemli parçalarından biri olan Türkiye’nin nasıl yönetileceği ve burada İslâm’ın ne kadar söz sahibi olacağını belirlemeye yöneliktir. Yani aslında İslâm dünyasının tamamına ve Ortadoğu’ya yönelik bir projenin adımlarından biri olan bir darbedir. Yeni değerler (!) üretilmiş ve bu kavramlar ve değerler üzerinden Sekülerizm zemininde din dışı ve din düşmanı bir mantalitenin, kültürün hâkim olması sağlanmak istenmektedir. Bu durumda İslâm’ın hiçbir zaman iddiası olan bir aktör olması istenmez. İslâm’dan vazgeçirilemeyenler ise marjinal/radikal İslâm gösterilerek ılımlı İslâm projelerine uygulama alanı oluşturulmuştur. 15 Temmuz da bu projeden ayrı değildir.
Türkiye gibi İslâm dünyasının kritik bölgesinde de buna göre bir yönetim dizayn edilecektir. Bu topraklarda bunu fark eden ve buna karşı mücadele edenler hiç eksik olmamıştır. Osmanlı’dan sonra da sarık taktığı için idam edilen İslâm âlimleri, Türkçe ezana karşı direnenler, Kur’an’ın yasaklanmasına rağmen Kur’an’dan vazgeçmeyenler her türlü zülüm, baskı, işkence, hapis ve idama rağmen İslâm’ı yaşamayı tercih eden ve İslâm’dan vazgeçmeyenler bu mücadeleyi hep sürdürdüler. 1990’lı yıllara geldiğimizde ise başlangıçtan bu yana devam eden mücadeleler kocaman bir harekete dönüştü ve hiçbir şekilde vazgeçmeyenler, vazgeçmeyenlerin torunları da hep beraber kimliklerini, İslâm’ı, inançlarını ve bu inancı hayata geçirme iddialarını daha büyük bir hareket haline dönüştürdüler. Siyasi partiler kurdular, cemiyetler kurdular, kadın hareketi aktif olarak çalıştı ve toplumda yaygın bir şekilde gerek tebliğ davet yönünden gerekse diğer alanlarda Allah rızası için faaliyetler yürüttüler. Tabii ki özellikle laik Kemalist kesim dediğimiz kesim tarafından ciddi bir şekilde itiraz gelmeye başladı. Hiçbir şekilde ne başörtüsüyle ne herhangi bir İslâmi sembole ne de herhangi bir şekilde İslâmi bir duruşun, bir çalışmanın bu topraklarda olmasını istemeyenler tedbir almaya başladılar kendilerince. Ama toplum çok büyük bir teveccüh gösteriyordu. Anadolu insanı İslâmi kimliğini koruyarak bir şekilde hayatın her alanında var olma iddiasıyla, kızlarını büyükşehirlerde üniversitelere okumaya gönderdiler. Böylece kimliklerinin bir parçası olan örtüleri ile üniversitelerde genç kızlar yoğun bir şekilde gözükmeye başladı. Tabii STK’ların cemiyetlerin sayısı arttı. İlmi çalışmalar, gazeteler, dergiler, televizyon vs medya alanında ve birçok alanda dindar kesimin aktif olduğu görülmeye başladı. Bu yüzden 28 Şubat Darbesinin ayak sesleri duyuldu ve İrtica ile Mücadele adı altında topyekûn bir İslâm karşıtlığı görüntüsüyle baskılar yapıldı. Sadece ordu/asker değil, siyasi, sivil, medya birçok aktörü de yanına alarak İslâm karşıtlığı çerçevesinde 28 Şubat darbesinin çirkin yüzü zuhur etti. Okullarda yasaklar, dernek, vakıfların kapatılması, gözaltılar, siyasi parti kapatma, siyasetçilerin engellenmesi, yayınların kaldırılması, gazetelere verilen cezalar vs top yekûn dindar kesimin susturulması ve baskı altına alınması ve bir daha hiçbir şekilde insanların dine yaklaştırılmaması hedeflenerek, onların dinden uzaklaşmalarını sağlamak için de çok büyük bir korku rüzgârı oluşturuldu. Oluşturdukları bu sözde projenin icrası sırasında büyük kayıplar yaşandı. Ancak bugün bakıldığında çok ciddi bedeller ödenmiş ve mücadele sergilenmiş olması sebebiyle, birçok yönden bu yasaklamalar başarılı olamazken; öte yandan “bir kimlik dejenerasyonu” oluşturmak bağlamında 28 Şubatçıların mesafe katettiği söylenilebilir.
Ama öncelikle darbecilerin bakış açısı için bir örnekliği söyleyelim. Şöyle ki bildiğiniz üzere Ankara’da devam eden bir dava var ve 28 Şubat darbesini gerçekleştiren sorumlular paşalar askerler komutanlar ve bu darbede rolü olan aktörler yargılanıyorlar. Bu davada darbecilerin aslında bu yaptıklarını hangi saikle, hangi düşünceyle yaptıklarını gördüğünüzde bu darbenin Türkiye’de emir komuta zinciri içerisinde ve Türkiye içerisine dönük bir olay olarak değil bu genelde dünyada da karşılığını bulan dine karşı ve hassaten de İslâm’a karşı bir fikriyatın buradaki askerleri olduğunu görürsünüz. Çok açık bir şekilde 80 yaşındaki bir komutan hâlâ o gün bu kimlikteki insanların ülkedeki hiçbir yerde aktör olmaması gerektiğine dair fikrini büyük bir inançla savunmaktadır. Türkiye’de yaşanmış tüm darbeler aslında bu çerçevenin dışında değil. 15 Temmuz’da da yaşadığımız aynı şeydi 28 Şubat’ta da yaşadığımız aynı şekilde aynı fikriyatın aktörlerinin farklı yöntem ve farklı taleplerinden başka bir şey değildir. Bazen Rusya’dan bazen Amerika’dan, bazen Doğu’dan bazen Batı’dan destek alınmaktadır. Bunlar, Türkiye içerisinde kendilerine bu operasyonlarını yapacakları, yaptırabilecekleri aktörler bulup onları da desteklemektedirler. Biz İslâm’dan, İslâm’ı yaşamaktan, İslâm hukukuna göre yönetilmeyi talep etmekten vazgeçmediğimiz sürece ki vazgeçmeyeceğiz bu baskılar darbe girişimleri de bitmeyecektir.
28 Şubat dönemi kuşağı içerisinde direnişi seçenler olarak neyi niçin yaptığımız, başörtüsünü niçin örttüğümüz, başörtüsü mücadelesini niçin verdiğimiz, daha doğrusu neden İslâmi mücadele verdiğimizi biliyorduk. 28 Şubat’ın aslında bizim Müslümanlar olarak aktör değil de figüran olarak kültürel aktivite düzeyinde İslâm’ı yaşamamızı talep ettiğini biliyor ve çabalarımızı buna cevap olarak görüyorduk. Biz buna karşı bir mücadele verdik. Ve bu mücadele aslında bizim için diplomadan, meslekten, kariyerden, paradan, mevkiden vs. daha önde geliyordu. Siyasetin içinde olan gençler için de, STK’lar içerisinde olanlar için de ve daha başka alanlarda olup da mücadeleden geri durmayan bütün gençler için bu böyleydi.
Bugün ise öncelikler ve buna bağlı olarak tercihler daha değişmiş durumda. Daha kolaya kaçan, parçacı, rahat bir İslâmi yaşama talep var. Çok da kuralları, ilkeleri olmayan bir din anlayışı… Diğerlerinden aslında çok da farklı olmadığını kanıtlamaya uğraşan bir eğilim… Bu karakter inancın kendisine yüklediği fark bilincini kavrayamamış olup örtünmeyi de bir kimlik olmaktan ziyade kültür şeklinde algılıyor. Önceki dönemde nasıl bilgi/ilim edinmek önemli idiyse şimdiki dönemin kuşağında tersi istikamette diploma, kariyer önde. Diploma olmadan bilgi/ilmin bir kıymeti olmadığına inanan bir gençlik söz konusu. Oysa bizim o çatışma sürecinde avukat olarak mücadelesini verdiğimiz kızlarımız diplomayı elinin tersiyle itti ve “İlme talibiz. İlimden taviz vereceksek diplomanın hiçbir anlamı olmayacaktır.” diye üçüncü bir seçeneğe imkânın kalmadığı durumda ilimden yana tercihte bulunmuşlardı. Bu çok önemli. Bu anlamda temel bir farklılık var. Bir diğer farklılık ise; o dönemde hayatın her anını ve alanını İslâmi ölçüler içinde yaşama çabası çok daha fazla göze çarpıyordu.
28 Şubat’ın bu boyutlarıyla tartışılması yeni satır başları oluşturmak için önemli. Daha özgür, rahat ortamların beraberinde getirdiği rehavet var. O dönemdeki kuşak ile şimdiki kuşak arasında ciddi bir kopukluk var. 28 Şubat’la ilgili bir takım programlara katılıyorum ve genç muhatapların önemli oranda yaşananları bilmediklerini gözlemliyorum. 28 Şubat’ın nasıl bir süreç olduğunu büyük fotoğrafı göstererek anlamak ve anlatmak gerekiyor.
HALİT BEKİROĞLU
ÖNDER Genel Başkanı
28 Şubat Postmodern Darbesi; sosyal, ekonomik, siyasal, askeri, kültürel, akademik alanlara yapılmış olan ve toplumun neredeyse tamamının etkilendiği bir müdahaledir. Küresel güç odaklarının dünyayı kendi menfaatleri ekseninde düzenleme planlarının ve kendinden olmayanı ortadan kaldırmayı hedefledikleri bir sürecin Türkiye’deki yansımasıdır.
28 Şubat süreci, özellikle dindar kesimin çocuklarını ve kadınlarını eğitim ve iş hayatından uzaklaştırmak üzere kurgulanmıştır. Toplumda derin izler ve yaralar bırakan bu darbe sürecinde; milletin değerlerine ve dini hassasiyetlerine karşı olan kişiler ve mahfiller, toplumu kendi arzularına göre yeniden tasarlamaya kalkışmıştır. Kamusal alanda, üniversitelerde, hatta özel alanda başörtüsü yasağıyla kadınlara karşı insanlık ve inanç suçu işlenmiştir. İmam Hatip Lisesi ve Meslek Lisesi mezunlarının üniversiteye girişini olumsuz yönde etkileyen adaletsiz katsayı uygulamasıyla da yüzbinlerce gencin hayatı karartılmış ve ipotek altına alınmıştır.
Yakın tarihimizin yüz karası bir sayfası olarak durmaya devam eden 28 Şubat darbe sürecinde yapılanlara ve aktörlerine bugünden bakıldığında gerçekler daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır: 28 Şubat, Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal birliğini yıkma ve her alanda güçlenmesini engelleme planlarının parçasıdır. Nitekim ülkemizin kendi ayakları üzerinde durmaya başlamasından rahatsız olan aynı zihniyet ve işbirlikçileri, 15 Temmuz darbe girişimiyle bu meşum emellerine ulaşmak için bir kez daha sahne almışlardır.
Askerî, siyasî, iktisadî ve bürokratik alanlara sızmış ve ulusal ve uluslararası bir takım şaibeli yapılardan destek görmüş kişilerin tezgâhladığı; mütedeyyin kesim merkeze alınmakla beraber sonuçları itibariyle toplumun tamamının olumsuz etkilendiği, insanımızın inanç ve eğitim özgürlüğüne kastedildiği 28 Şubat Postmodern Darbe sürecinin yüz kızartıcı izleri unutulmamalı ve unutturulmamalıdır.
HÜLYA ŞEKERCİ
Yazar
Özgür- Der Yönetim Kurulu Üyesi
28 Şubat Cezaevlerinde Sürüyor
28 Şubat 1997 post modern darbesi, İslami kimlikle topyekun bir savaşın başlama tarihidir. Askeri vesayetin her türlü sivil kurum ve kuruluş üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandığı bu dönem; inancımıza, kimliğimize yönelik saldırıların özellikle başörtüsü yasakları üzerinde yoğunlaştığı bir zorbalığı barındırıyordu.
İnancımız, kimliğimiz, başörtümüz bir tehdit kabul edince “bin yıl da olsa sürecek bir savaş”a zemin hazırlanmıştır. Bu dönemde hayat “kamusal” ve “özel” alan diye ayrılarak başörtümüz kamusal alandan tümüyle kovulmaya çalışılmıştır. İmam Hatipler’in orta kısımlarının kapatılması, katsayı engeli, partilerin ve derneklerin kapatılması, Kuran kurslarının kapılarına kilit vurulması gibi uygulamalar rutine bağlanmıştı.
Ancak 28 Şubat darbe süreci yalnız zulmün değil; zulme karşı direnişin de tarihidir. Sayıları az da olsa, yaşları küçük de olsa cesaretleri büyük olan başörtülülerin ve onlara destek veren mümin erkeklerin direnişiydi bu. Bu direniş hattı elinde silah bulunduranlara karşı yapılan inanç ve İslami kimlik mücadelesinin adıydı.
Bugün Allah’a hamdolsun büyük ölçüde 28 Şubat yasakları aşılmış durumda. Şimdi bize düşen kazanımlarımızı koruyarak onları geliştirmek. Ve yozlaşmalara karşı takva bilincini kuşanmak olmalıdır.
Bugün bize düşen; 28 Şubat sürecinde darbe hukuksuzluğuyla yargılanarak hapishanelere girmiş kardeşlerimizin yeniden yargılanması konusunda acilen adımlar atmamızdır. Zira 28 Şubat hapishanelerde bitmedikçe yaramız kanamaya devam edecektir.
İDRİS GÜLLÜCE
61.62.63.T.C.Hükümetleri Çevre ve Şehircilik Bakanı
Bayındırlık İmar Ulaştırma ve Turizm Komisyon Başkanı
23.24.25.Dönem İstanbul Milletvekili
2004-2007 İBB Başkan Vekili.
1992-2004 Tuzla Belediye Başkanı
Devir 28 şubat
Kışlalardan arandım .( Tuzlanın her tarafı kışla).Kutlu Doğum Haftası maftası yok. Yapmamalısınız dendi.
İtiraz etsem partiye zarar verebilirim diye düşündüm.
Fakat bu etkinliği mutlaka yapmam lazım. Ne yapayım diye düşünürken aklıma bir proje geldi. TUZLA GÜLİSTAN OLSUN. Diye bir projeye başladık. Televizyonlarda medyada bu projeyi ilan ettik.
Proje gereği GÜL ŞİİRLERİ, GÜL ROMANLARI yarışması ilanı yaptık. Belediyeye gelen her vatandaşa gül fidesi hediye etmeye başladık. Bu arada GÜL KONFERANSLARI başlattık. Kutlu Doğum Haftası yapmadık ama aylar süren etkinliğe dönüştürdük. Gül konferansı için çağırdığımız hatipler gül anlatırken Hz. Peygamber’i, hayatını anlatıp durdular. Çok verimli bir proje oldu. Aylarca sürdü. Rahmetli Erbakan Hocam bu proje için “Tebrik ederim çok güzel proje yapmışsın. Çok beğendim.” dedi. GÜL ŞİİRLERİ yarışmasına 700 şiir katıldı. Sakız ağaçları yarım adasında şahane bir gece yaptık. Rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca ve birçok yazar, âlim katıldı. Rahmetli Mustafa Miyasoğlu’na GÜL ŞİİRLERİ ANTOLOJİSİ adında gül şiirlerinden oluşan bir kitap siparişi verdik. Tuzla Belediyesi olarak bu kitaptan çok sayıda bastırdık. GÜL ROMANLARI yarışmasında ödül alan romanları bastırdık. Bizim bir hafta olsun Hz. Peygamber’i anmamızı yasaklamalarına karşılık aylar süren ve kalıcı eserlerle anma yapılmış oldu.
Sorulacak o kadar soru var ki…
Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’i anmamız bazılarını niye rahatsız etmiştir?
Peygamber sevgisi ve inancı olmayan bir milletin bekası olur mu?
Her zaman bizi beka sorunuyla karşı karşıya getirme çabasında olan dahili ve harici alçaklıklara karşı Peygambersiz, inançsız olunarak başa çıkılabilinir mi?
Vatan sevgisi, şehadet peygamber sevgisi olmadan, inanç olmadan mümkün mü ?
Soruları çok uzatabiliriz.
Çok şükür bu gün kimse bu tip densizlikleri yapamıyor.
İnancı olan herkesin 28 Şubatı, milletin inancına yapılan zalimlikleri unutmamaları, Hafızalarını 1000 yıl sürdürmeleri lazım. Soylarına aktarmaları ve unutmamaları vasiyetinde bulunmaları lazım.
Evet, bu zulmü 1000 yıl geçse de hatırlayacak hatırlatacağız…
Şükür nimeti artırır. Bu günkü halimize şükretmeyi, bu günü oluşturanlara teşekkürü de unutmamalı, unutturmamalıyız.
KEVSER GÜLLÜCE ŞAMLI
Eğitimci-İletişim Uzmanı
Tuzla Belediye Başkan Yardımcısı (Emekli)
Ben darbelerden darbe alan darbeler çocuğuyum… Önce 60 ihtilali sonrası doğumum, sonra 12 Mart, sonra 12 Eylül ve 28 Şubat… Sadece kendimiz değil ruhumuz, hayallerimiz bile darbe aldı. İnsan fıtratı gereği hayaller kurar ve bu hayallerini gerçekleştirmek için de çaba sarf eder. Benim de her insan gibi hayallerim vardı. Matematik öğretmenliği bölümünü bitirip vatanıma faydalı hizmetler yapmak, vatanını seven başarılı gençler yetiştirmek istiyordum. Üniversitedeki ideallerim uğruna yaşadığım sıkıntılardan sonra mezun oldum. Kura ile çekiliş yapıldı ve benim tayinim memleketim olan Erzurum’a, oradaki Erzurum Lisesi’ne çıktı. Çok sevindim. Güzeldi Memleketim olan Erzurum’a hizmet vermek, Erzurum’da olabilmek bir hediye gibiydi. Fakat 12 Eylül döneminde üniversitede yaşadığım sıkıntılar tekrar karşıma çıktı. Örtülüydüm. Bana kılık kıyafetime bakarak “öğretmenlik yapamazsın” dediler. Çünkü kamusal alanda başörtülü çalışmak yasaktı. Okul da kamusal alandı. Elinden yavrusu alınmış anneler gibi üzüldüm. Yüreğim kan ağlıyordu, gözlerimden akansa bunun süzülüp gelmiş hali. Ya başımı açıp o çok sevdiğim öğretmenlik mesleğimi yapacak ya da bu meslekten başlamadan ayrılacaktım… Bunu hiç düşünmeye gerek yoktu ki… Allah’ın emrini dünyalığa değiştirmek olur muydu hiç? Olmazdı tabii. Ve ben göreve başlamadım mustağfi oldum. Mustağfi olmak ne diyenler çıkabilir, açıklayayım. “Mustağfi olmak, göreve başlama yapmadığım için hakkımı, bana verilen öğretmenlik görevi sorgusuz sualsiz kaybetmek” demektir. Kaybettim öğretmenliği, Allah’ın rızasını kazanmak için…
Yıl 1992 kamusal alanlarda artık kısmi kısmi kıyafet özgürlüğü başladı Bende müracaat ettim eş durumundan Nevşehir İmam Hatip Lisesi matematik öğretmenliğine atandım. Hayalim gerçek oldu. Öğrencilerde aşk var, öğretmen kadromuzda da aşk vardı. Öğrencileri yetiştirerek istedikleri bölümlere o zamanlarda katsayı sorunu olmasına rağmen girebilmesini sağlıyorduk. Doktorlar, mühendisler, avukatlar, öğretmenler yetişmesi için güçlü bir basamak olduk. Fakat birileri maneviyatlı tesettürlü gençlerin üniversitelerde olmasından fevkalade rahatsız oldular, üniversitelerde ikna odaları açarak kızlarımızın psikolojilerini bozdular. Bu arada hükümetler yıkılıyor Hükümetler kuruluyor Mecliste milletvekili avına çıkarak kaos ortamı oluşturuyorlardı. Yıl 1996 oldu artık sıkıntılar arttıkça artıyor orta öğretimde, üniversitelerde ve kamuda kesinlikle başörtüye, başörtülülere izin vermemeye başladılar. Dalga dalga büyüterek vatanımızı büyük bir kaos içine soktular. Yılsonu geldiğinde okulumuzdaki tesettürlü öğretmenlerin hepsini Nevşehir’in en uzak en ücra köşelerine ilköğretimlere atama yaptılar. Çünkü eğitimde ilkokul ortaokul ve lise sistemini kaldırıp ilköğretim ve lise yaptılar. Tamamen imam hatipler için yapılan bir değişiklikti ancak bu değişiklik hep meslek liselerine yapılandırma diye dillendirilip bu kılıfın içine konulmaya çalışılıyordu. Beni de Nevşehir de henüz yolu bile olmayan yeni yapılmış ilköğretime verdiler, yeni yapılandırma gereği 6-7-8. Sınıf derslerine yani eski sistemdeki ortaokul derslerine girecektim. Yine örtümden taviz vermedim, din büyüklerinden fetva alarak, başörtümün üstüne peruk takıp derslere girmeye başladım. Liselere her yıl müfettiş gelmez yönetmelik gereği böyledir, ortaokullarda ise her yıl gelir. 1997 yılında sık sık müfettişlerle muhatap oluyordum, ama yılmıyor daha çok çalışıyorum okul için öğrenciler için çırpınıyorum. Ama heyhat, ne yapsam bir bahane ile ya cezalandırılıyorum ya azarlanıyorum. Müfettişin biri bir seferinde sınıfımda kitaplık yok diye çok ağır hakaret etmişti. Oysa okul yeni olduğu için kütüphanesi yoktu. Bunun üzerine kütüphane kolu oldum ve okula çok donanımlı bir kütüphane kurdum. Taltif edilmeyi beklemiyordum ama ceza da olmamalıydı. Ben ödül olarak cezalandırıldım. Örtülü olmam en büyük ceza sebebi idi. Kıyafet yönetmeliğine uymadığım gerekçesiyle cezalandırıldım ve cezam sicilime işlendi. Günlerce ağladım. Küçük oğlum Hüseyin Cemal o zaman anaokuluna gidiyor yani benim okulun anaokulu kısmında okuyordu. Bu sebeple okula da birlikte gidip geliyorduk. 5 yaşındaki bir çocuk bile bu durumdan öyle etkilenmişti ki “anne sen ağlama ben büyüyünce bunları cezalandıracağım” diyerek beni teselli etmeye çalışıyordu. Maneviyatlı vatanına aşık bu oğlum çok şükür sözünü tuttu, Rabbim nasip etti, 15 Temmuz da Boğaz Köprüsü’nde büyük bir cesaretle demirin üzerine çıkıp bayrağımızı asarak o günlerde bizi üzen FETÖcülere tepkisini en manidar şekilde gösterdi. Çok şükür.
Neyse o günlere dönelim yine. O günlerde yani 28 Şubatta Türkiye’de siyaset çok sıkıntılı idi, inançlı insanlara baskı arttıkça artıyordu ve biz bu baskıdan nasibimize düşeni fazlasıyla alıyorduk. Anaokullarında sene sonunda programlar yapılır. Benim de oğlumun müsamerede programı vardı. Müdür bey beni çağırdı. “Kevser Hanım siz müsamereye gelmeyin başörtülü görmesinler sizi!” diye sözle ikaz etti. Eşim ile ben yine de gittim fakat seyretmemize izin vermedi müdür bey. Tabii ki yine gözyaşı yine mutsuzluk. Ama hiç umudumuzu yitirmedik… Çünkü biliyorduk ki bu insanlar bizim bu masum gözyaşlarımızda boğulacaklar… Çünkü bu gözyaşları Rabbimin rızası içindi. Sene oldu 2000. Öğretim yılı başında okula artık perukla giremeyeceğim belirtilerek okul bahçesinin dışında başörtümü açarak girmem gerektiği söylendi. Dinlemez de eğer okula başörtülü veya başörtü üzerinde perukla girecek olursam soruşturma açılacağını bildirdiler. Artık Milli Eğitimde duramazdım. Zaten burada durmamamız için yapılıyordu bu zulümler de… Milli Eğitim Bakanlığı’ndan İçişleri Bakanlığı’na geçiş yaparak İstanbul Tuzla Belediyesi’nde memur olarak göreve başladım. Evimizi İstanbul’a taşıdık üç oğlum ve eşim nakillerini yaptılar İstanbul’a. Evet biz inançlarımız için hicret ettik İstanbul’a. O zamanlarda Tuzla Belediye Başkanımız gördüğümüz bu zulmün üzerine “İnancım gereği Davam gereği taviz vermeyeceğim” diyerek biz örtülülere sahip çıktı. Benim gibi tesettürlü pek çok personeli bağrına bastı. Allah ondan razı olsun. Orada da yine çok çalışıyordum pek çok güzel projeye imza atıyordum cesaretle… Çünkü başörtü tesettürümdü ve başımı örtüyordu beynimi değil… 2004 yılında Fatih Belediyesi’ne müdür olarak atamam yapıldı, 2010 yılında tekrar Tuzla Belediyesi’nde müdür olarak göreve devam ettim. 2014 yılında Tuzla Belediyesi Başkan Yardımcısı olarak görev aldım.
2017 yılı Ekim ayında emekli oldum. Onların tesettürlü olduğumuz için küçümseyip dışlayıp ötekileştirerek öğretmen olarak görev yaptırmadıkları bu ülkede Liderimiz Cumhurbaşkanımız RECEP TAYYİP ERDOĞAN sayesinde kamusal alanda en üst mevkilerde çalışmak nasip oldu çok şükür. Ama yapacak çok iş var. Bu can bu bedende olduğu müddetçe STK’larla birlikte tek millet tek bayrak tek vatan diyerek çalışmaya devam edeceğim inşallah…
MİNE ALPAY GÜN
Gazeteci-Yazar
28 Şubat karabasanı
Toplumsal olayların insan psikolojisi üzerindeki tesiri, ziyadesi ile baskındır. O yıllarda bugünleri görmek imkânsızdı. Bugün halkımız Afrin’deki askerimize inanılmaz bir destek vermekte, cebindeki az parayı bile paylaşabilmekte, asgari ücretten maaşını ya da simitçi kardeşimiz bir günlük hasılatını, köylü kardeşimiz ahırdaki iki hayvanından birini ordumuza bağışlayabilmekte.
28 Şubat ta ya da onun öncüsü olan 12 Eylül de böyle ordu- halk bütünleşmesi yoktu maalesef. Çünkü ordunun erleri olan sınıf değil de subayları çok daha fazla üsttenci, halkın değerlerini görmezden gelen bir yapısallıkta idi. Kendi subay arkadaşlarını dahi manevi değerlerinden ötürü, sırf namaz kılıp oruç tuttuğu için dışlayan, görevinden uzaklaştıran, çoluk çocuğunu fakr u zaruret içinde bırakan katı bir üslûpları vardı.
28 Şubat dönemi, benim köşe yazdığım gazeteyi ziyadesi ile etkiledi. Her ay Milli Gazete’de bir yazara dava açılır oldu. Aslında kültür sanat ağırlıklı yazdığım halde bana da birkaç dava açıldı. Hatta mahkûmiyet olayını fazlasıyla içselleştirdiğimden ötürü hapishaneye girmekle ilgili hazırlıklar yaptım, valizimi düzenledim. Küçük kızım o esnada yeni doğmuştu, onun eşyalarını hazırladım, kitaplarımı bir çantaya yerleştirdim, orada daha fazla okuma şansım olabilir düşüncesi en olumlu yanı idi mahpushanenin. Çiçekleri çok sevdiğim için beyaz açan bir açelyayı da yük dengim arasına sıraladım.
Beni asıl ürküten özgürlüğümün kısıtlanması, açık havaya çıkıp dolaşamama düşüncesinin korkunçluğu idi, doğayı çok seviyordum ve artık yemyeşil kırlara hasret kalacaktım. O esnada Avusturya’ya bir konferans programım olmuştu. Kapalı yerde konuşmak bile ruhumu sıkmakta idi, teşkilat başkanı Fatma Hanım kasvetli ruhumu çok iyi okumuş olmalı ki Alp Dağlarına çıkıp oradaki tesiste bir çay içmeyi teklif etti, kanatlanmış gibi sevindim. Araba ile dağın tepesine çıktık, doldurulmuş gerçek hayvan kafalarının sıralandığı tesiste ölü geyik ve ayı, kurt kafaları görmek canımı sıksa da, çayımızı içip hemen kalktık çünkü çok güzel bir eylem beni beklemekte idi. Kapalı araba da kasvet vermekte idi” Fatma Hanım, Türkiye’ye dönünce muhtemelen hapse gireceğim ben arabaya binmesem de şu dağdan aşağı koşarak insem çok iyi olacak çünkü yakında böylesine güzel bir dağ ve temiz hava, bulutlara dokunmak hayal olacak”. Kadıncağız yanında kızı ile arabaya atladı ben dağdan aşağı koşarken o sabırla çok az hızla beni takip etti, yerden kır menekşeleri topladım 1o km koştum, ciğerlerimi temiz hava ile doldurdum hapiste kullanmak için; o gün arkadaşımın bana tahammülünü asla unutamam.
Türkiye’ye birkaç gün sonra döndüm, yargılanma günü geldi, eşimle mahkemeye gittik, duruşmaya katıldık. Hâkimle görüştük, gayet kibar sorular sordular sohbet tarzında, ben de cevaplar verdim, evimize döndük. Sonuç, üç hâkimden ikisi beraet, biri mahkûmiyet verdiği için oy çokluğu ile beraet ettim. Fakat sonra duydum ki bana beraet veren hâkimlerden birini de sürmüşler, onun adına üzüldüm. Daha ilginci meğer o mahkemede benim bir akrabam polis varmış, tanımıyorum ama. Yıllar sonra bir başka kuzenim anlattı. Mahkemede görevli akraba polis, kuzenime anlatmış, “mine gelince kaçıp saklandım beni görmesin diye, onun yakını olduğum bilinmesin diye. Belki yardım falan ister neme lazım ortadan kayboldum, gözüne gözükmedim, bana da kara çalınmasın, diye”. Böyle de zorlu bir süreçti, insanlar suçludan vebalı gibi kaçardı. Mahallede bilinse insanlar selamı sabahı keserlerdi, komşuları korkutmamak adına böyle şeyler söylenmez saklanırdı. Şimdi bunları konuşmak kolay fakat 12 Eylül olsun 28 Şubat olsun, mahkemelerde boy göstermek öyle toplumun kolaylıkla kabulleneceği bir durum değildi.
Yirmi küsur yıl sonra buradan durup baktığımda, keşke bu zulümler hiç olmasaymış. Keşke 12 Eylül’e götüren o kan deryası, beş bin gencin birbirini katlettiği daha doğrusu emperyalistlerin kirli oyunlarınca katlettirildiği acılı süreçler yaşanmasaymış. Demokratik seçimlerle gelen Refahyol Hükümeti’ni yıkabilmek için hileler desiselerle irtica yaygaraları yapılmasa imiş.
Fakat beterin beteri var deyip Ruanda katliamını anımsıyorum daha yakın zamanda,1994 de bir milyon insan, üstelik hem siyah hem Hristiyanlar, soykırıma uğradılar. Onların kavgası da güzel ırk, çirkin ırk olarak Tutsilerle Hutuların savaşıydı, bu kavgaya ateş saçan da her zaman olduğu gibi batılılardı, silah alamayan bu fakir halk birbirlerini satırlar ve palalarla parçaladı, Kagere Nehri cesetten akamaz hale geldi. Şimdi Afrika’nın en temiz ve güvenli ülkesi artık Tutsi-Hutu kavgası yok, Ruanda üst kimliği var.
Bütün bunlar bizler için bir örnek, yaşadığımız tüm acıları unutup hep beraber Türk –Kürt, Alevi-Sünni, Laik-Müslüman olarak; geleceğe güvenle bakabiliriz. Birlikte kardeşçe yaşamak için kötü anıları unutmak hepimize düşmektedir. Bugün şehit anneleri, evlatlarını kaybetmekte, ciğerleri yanarken, bağırlarına taş basıp, vatan sağ olsun demekteler. Bizler de yaşadığımız olumsuzlukları, çektiğimiz çileleri ülkemize armağan etmekteyiz. Ne ki, gelecekte güzel ülkemizde, hiç kimse insan haklarından, özgürlüklerden yana zulüm görmesin, cephelerde anne kuzularının ayaklarına taş değmesin, dualarındayız.
MÜYESSER ANBAR
Ebru Sanatçısı
1996 yılında Çayeli İmam Hatip Lisesi’nden mezun olmadan önce duyduk 28 Şubat’ın ayak seslerini… İdealleri, hayalleri olan başarılı bir öğrenciydim. 1996’da mezun olduktan sonra psikoloji okumak ve ideallerimi gerçekleştirmek için üniversiteye gitmeyi çok arzu ediyordum. Fakat başörtüsü meselesi ve sırf İmam Hatip Lisesi mezunlarının önünü kesmek için çıkartılmış olan katsayı sorunundan dolayı üniversiteye gidemedim. Açık Öğretim Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü tercih etmek zorunda kaldım. Ancak kısa bir süre sonra başörtüsü yasağı oraya da ulaştı. Başımızı açmadan okulu nasıl bitiririz diye çare ararken bir gazetede kapüşon başörtüsü sayılmaz diye verilmiş bir mahkeme kararı haberini okudum. Hemen o kararı mahkemeden çıkarttıran dernekle irtibat kurdum. Ve onlardan aldığım bu mahkeme kararı örneğini yanımda taşımaya başladım. Sınavlara artık başımı sıkı sıkıya saran kapüşonla ve “kapüşon başörtüsü sayılmaz” diyen mahkeme kararıyla giriyordum. Sınavlarda görevli olan ve tanımadığım öğretmenlerden takdirle, hoşgörü ile karşılanırken liseden öğretmenim olan bir zatın müdahalesi ile karşılaştım. Yılmadım, okumaya devam ettim. Fakat başka sınavlarda yine mücadele etmeye başladım, kapüşonuma da müdahale edildi. Mahkeme kararını bildirmeme rağmen, sınav görevlisi olan bir öğretmen, kutsal bir vazifeyi yerine getiriyormuşçasına taviz vermedi. Sınıftaki diğer arkadaşların sınavını menfi yönde etkilememek adına sınıftan çıktım. Ve başörtüsü yasağı kalkana kadar bir daha sınavlara girmeme kararı aldım. Çok zor bir karardı, okul hayatım bitmişti, hayallerim emeklerim heba olmuştu. Ama yılmadım. Örtümle yapabileceğim şeyler olmalıydı.
Araştırdım. Sosyal ve kültürel içerikli kurslara katılmaya başladım. Tezhip eğitimi aldım mesela. Tezhip Dersini, tezhip sanatının duayen hocalarından olan Nilüfer Kurfeyz hocamdan aldım. Bu kurslardan birinde hayatımın akışını değiştirecek Ebru Sanatı ile tanıştım. Üniversite eğitimim için İstanbul’a gidememiştim ama değerli hocam Hikmet Barutçugil’den Ebru Sanatı Eğitimi almak için Rize’den İstanbul’a geldim. İstanbul’da kaldığım süre zarfında Hikmet Hocamın hem atölyesinde hem Yıldız Sarayı Eğitim Birimi’nde ebru ve tezhip eğitimi aldım. Memleketime dönünce çeşitli kurumlarda ebru sanatını tanıtan kurslar verdim. Rabbime şükür ve hamd olsun ki bir kapı kapandı belki lakin ebru sanatı sayesinde binlerce kapı açıldı bana… Belki psikolog olarak insanlara faydalı olamadım fakat, ebru sanatının iyileştirici, tedavi edici etkisi sayesinde insan psikolojisine iyi gelen bir sanatla onlara hizmet veriyorum. 2015’de Çocuk Gelişimi bölümünden ön lisans diplomasını aldım. Şu anda İlahiyat ön lisansa devam etmekteyim. Okumak, başörtümle okumak içimde bir ukde olarak kalmış olmalı ki ben hâlâ okuyorum…
ŞEYMA DÖĞÜCÜ
Avukat
AK Parti İstanbul İl Kadın Kolları Başkanı
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken milletimiz bekası için mücadele etti ancak Küresel güçler farklı bir misyon belirlemişti. Bu misyon milletin sahip olduğu değerlerden oldukça uzak bir yerde duruyordu. Millet iradesi ne zaman kendi değerlerine doğru evrilse, milleti kendi kendisinden korumak için belli periyotlarda set çekmek ihtiyacında hissedenler bazen darağacında Başbakan sallandırmış bazen de bir sağdan bir soldan gencecik fidanları asmıştır. Ancak bu kanlı darbelerin sorgulanmaya başladığı bir sürece girildiğinden dolayıdır ki yeni bir yöntem bulmaları gerekmiştir.
İşte “Postmodern Darbe” olarak da ifade edilen 28 Şubat süreci bu ihtiyaçtan doğdu ve milletimizi “irtica” olarak adlandırdıkları bir canavar ile korkutmaya, TV ekranlarında her akşam sarıklı- sakallı- şalvarlı- çarşaflı- başörtülü figürler, sahte tarikat şeyhleri, pavyondan çıkarılıp başına örtü takılmış oyuncu kadınlar boy göstermeye başladı. Tabii bu sahneler karşısında malum “Vatanseverler” boş duramazdı. Kurtarmaları gerekirdi!
28 Şubat 1997 de alınan MGK kararları her ne kadar Refah-Yol hükümetine karşı alınmış gibi dursa da Sincan’daki tanklar gibi bizatihi bu milletin kendisine, iradesine karşı alınmıştır.
Ve ard arda gelen uygulamalar… Hükümetten, Başbakan’dan başlayan 13-14 yaşlarındaki kız çocuklarına kadar kapsayan sosyolojik, psikolojik ve ekonomik şiddeti en acımasız şekilde barındıran ağır ve yaygın bir darbe sürecidir 28 Şubat.
Dünyanın en büyük sivil eylemi olan “Elele Eylemi” yüzlerce öğretmen, öğrenci, hemşire, doktor, avukat hepsi yok sayıldı, çığlıklar duyulmadı, gözyaşları görülmedi. İnsan hakları bilinmez, söylenmez oldu. Açılan davalar reddedildi, hak, hukuk, adalet yerle bir edildi, keyfi uygulamalarla hukuk hiyerarşisi altüst edildi.
28 Şubat bize çok şey öğretti. Her şeyden önce haklı olanın, doğru olanın hiçbir zaman mağdur olmayacağını, bir gün mutlaka kazanacağını öğretti. 15 Temmuz’da olduğu gibi o gün de kılıktan kılığa girenlerin birliğimize bütünlüğümüze nasıl tasallut edeceğini toplumsal bir hareketi nasıl sekteye uğratabileceğini o gün de “Başörtüsü teferruattır” ibaresinde açık açık görmüştük. İşte bu tecrübelerdir ki bu milleti 15 Temmuz’da hiç tereddüt etmeden sokağa dökmüştür.
Biz bir oldukça Hakk’ın ve doğrunun yanında oldukça 28 Şubat’ları, 15 Temmuz’ları unutmayıp unutturmadıkça Allah’ın yardımıyla bir daha böyle günleri yaşamayacağız inşallah.
TÜRKAN ÖZTÜRK
Ümraniye Belediye Başkan Yardımcısı
Hepimiz bu bereketli topraklarda doğmuş ve bu topraklar için canını verme şuurunda olan, ALLAH (c.c.) aşığı, PEYGAMBER (s.a.v.) sevdalısı insanlarız; hiç kimseyi öteleştirmeden, Yaratılanı YARATAN’dan ötürü seven.
Medeniyetin beşiği olan bu topraklar tarihin her döneminde kendisine sahip olanı mutlu, sahip olamayanı hırslı kılmıştır. Talibi ve sevdalısı çok olan bu toprakların sahipleri olan bizler; medeniyetin, asaletin, inancın, kültürün, sanatın, inanca olan saygının, özgürce yaşamanın, paylaşmanın timsali; ötekileştirmeyen, adil duruş sahibi olan atalarımızın izinden gururla, onurla, görev bilinciyle gitmeye çalışırken, ne oldu veya ne oluyordu da açık-kapalı, laik-anti laik, medeni-yobaz, gerici-ilerici-modern, dinli-dinsiz, dindar-yarı dindar vs. gibi sunî yaftalarla birbirimizi ayrıştırıp kategorize ederek ötekileştiriyorduk? Birine yaşama hakkı, okuma hakkı, devlet kademelerinde söz sahibi olma hakkı tanınırken, diğeri bu ülkenin üvey evladıymış gibi bütün hakları elinden alınıyordu? Kimlerin ekmeğine yağ sürmekteydi bu ayrıştırma? Kimler planlamıştı bu senaryoları? Neden insan olarak birbirimizi tanıma fırsatı dahi veremiyorduk birbirimize? Bu ülkede ne zaman dine, dindarlara meyilli bir iktidar başa gelse, “irtica” kelimesi bayrak yapılarak darbe çığırtkanlığı yapılırdı?
Halkın algılarıyla oynayıp bizi birbirimize düşürmeye çalışanlara inat, RABB’imize sığınan bizler, isyan etmek yerine demokratik yollardan hakkımızı aradık hep, dövüşmeden, kavga gürültü etmeden, yerinden bir taşı bile oynatmadan, edeplice… Gözyaşlarımızı içimize akıttık çoğu vakit ve kenara çekildik sessiz… Ama yine adımız oldu terörist…
Siz hiç başörtünüzden dolayı terörist yaftası yediniz mi? Terörist fişlemesiyle mahkemelere düştünüz mü? Peki, inancı gereğince giydiği kıyafet nedeniyle terörist olarak hakkında dava açılan ve yine kıyafeti nedeniyle kamusal alan olduğu için kendi mahkemesine giremeyip adliyenin karşısında saatlerce avukatından gelecek haberi bekleyen birisi ile tanıştınız mı hiç? Sizi tanıştırayım…
Adım Türkan Öztürk…
YILDIZ RAMAZANOĞLU
Gazeteci-Yazar
Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’ndan sonra tesbih tanesi gibi dağılmasıyla ulus devletlerin önü açıldı. Cumhuriyetin kuruluş paradigması insanların kimliğini bütün bileşenleriyle kabul eden bir yapıda değildi. İnsanların cumhuriyetle bir problemi yoktu fakat jakoben, elitist, Kemalist söylem geniş yürekle büyük bir kapsayıcılık içinde yaşayan millete dar geldi.
28 Şubat yeni bir şey değildi bu yönüyle. Etnik baskıların ardından kimliğimizin inançla ilgili yanını baskı altına alan bir darbeydi.
Bu ülkede en büyük problem insanlara nasıl düşünüp nasıl yaşaması gerektiğini dikte eden sistemin bir türlü dönüştürülememesidir.
Vesayetin kökten değişmesi, kişi hak ve özgürlüklerine saygı duyulması ülkenin önünü açacaktır.
Başörtülü kadınlara yapılanlar tarihe geçti. Dünyada benzeri olmayan çok yönlü hak ihlalleri yaşandı. Cana kastedilmediği için hafife alınıyor. Oysa eğitim çalışma karar alma gibi bütün hakları elinden alınmış bir kadının varlığına kastedilmiştir.
En büyük hak mücadelesi ve direniş kadınlar tarafından verildi. Destekleyen erkekler de geri adım atanlar da kayda geçti. Bu mücadele bir yönüyle de aile boyu verildi. Artçı etkileri sosyolojik sonuçları üzerine epeyce araştırma gerekli.