KONUŞUYORUM
SULTAN BABA
[“Allah’ın hekimleri, Tabib-i İlâhî olan ârifler, uzaktan senin adını işitmekle, varlığının ta içine, derinliklerine kadar inerler, senin mahiyetini, ne olduğunu anlarlar.
Hatta sen doğmadan yüzlerce sene önce onlar, yani Allah dostları olan veliler, seni görürler ve hallerini, bilirler, ahvalini haber verirler!” [Mevlâna, Mesnevi, Terc. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1981, c. III-IV, beyt: 1800-1801.)]
Buyurur Mevlana Hazretleri Mesnevi’sinde. Hatta evliyalara “Gönül casusu” der. Gerçekten de gönüllerin casusudur veliler. Beden hekimleri hastalıklarımızı idrarı, kanı tahlil ederek nabzımızı ölçerek yüzümüze bakarak veya daha ileri tahliller röntgenlerle, ultrasonla hastalıklarımızı bilirler. Bir de Tabib-i İlâhi olan hekimler vardır. Yüce Allah’ın hekimlikle görevlendirdiği velilerdir bunlar. Nabzımıza bakmadan, tahliller yaptırmadan, daha bize bakar bakmaz, yüzümüzden, sözümüzden ve gözümüzün renginden, din ve gönül hastalıklarını yani mânevî hastalıklarını bilirler. Hatta bakmaya bile gerek duymadan da bilirler manevi hastalıklarımızı. Hatta gönüllere de yol bulup girerler. İçimizden geçeni anlayıverirler bir çırpıda… Konuşmadan, sesini duymadan, bir kimsenin haline muttali olmayı istedikleri vakit, o kişiye bir nazar ederler. Bu yeterlidir. Artık o kişinin uhrevî ve dünyevî ahvalinden haber verirler… İşte bu gönül casuslarından biri de SULTAN BABA HAZRETLERİdir. Yanına varanların bütün dünyasını alt üst eder. Hristiyan, ateist girer, Müslüman çıkarsınız yanından. Müslüman girer, tasavvuf ehli, derviş olarak çıkarsınız yanından. Hasta girer, sağlam çıkarsınız. Bazen bir torna atölyesidir küçücük kulübesi, bazen de kocaman bir tasavvuf akademisi… Kütük girer, mihrablara, minberlere nakşedilmiş tahta, kündekârî olarak çıkarsınız. Cahil girer âlim çıkarsınız. Bu kalpleri çeviren, gönülleri değiştiren zat, bir gün geldi emr-i İlâhî ile dünyasını çevirdi öteki âleme. aramızdan ayrılıp, Refîki’l-â’lâ’ya göç etti. Tam 21 sene evvel. Onu Muhabbetullah’a kavuşmasının 21. Sene-i devriyesinde birazcık da olsa tanıtalım dedik. Anlayalım ve anlatalım istedik. Yaşarken kıyıda köşede kalmayı tercih eden, hiçbir zaman ön plana çıkmayan ve şöhreti sevmeyen bu Allah dostunu dilimiz döndüğünce tanıtabilmek ve yaşadığı örnek hayatı gözler önüne serebilmek ve bu hayatından nasibimize düşenleri alabilmek için tuttuk Zeytinburnu’nun yolunu. Onu bizlere en iyi ve en doğru anlatacak kişinin yanına gittik. Sultan Baba’nın gözünün nuru evladı Hüseyin Tamgüney Hocamızın yanına. Sizler için bizler için ona sorduk, sabırla sorularımıza cevap verdi. İşte oğlunun dilinden SULTAN BABA…
Fatma Toksoy: Selamün Aleyküm, hocam sizleri fazla meşgul etmemek için hemen sorularımıza geçiyorum. Kimdir Sultan baba, asıl adı nedir?
Hüseyin Tamgüney: Aleyküm selam. Sultan Baba’mın asıl ismi Hacı İhsan Tamgüney. Ancak halk arasında çok sevilmiş, gönüllere taht kurmuştur. Bu yüzden ve manevi tasarrufuyla kuvvetinden dolayı O’na “Gönül Sultanı, Maneviyat Sultanı ” manasında “Sultan Baba” denilmiştir. Bu güne kadar da Sultan Baba diye söylene gelmiştir. Babam, 1904 yılında Artvin’in Arhavi ilçesinde dünyaya gelmiştir. Daha üç yaşında iken annesini kaybetmiştir. Sonra babasıyla beraber Çanakkale’ye göç etmiş, burada bir müddet kaldıktan sonra dokuz yaşında babasını da kaybetmiştir. Hem öksüz hem yetim yani. Kimsesiz kalan babam, amcasıyla beraber Çanakkale’den ayrılıp, Gölpazarı’na yerleşmişler ve orada yaşamaya başlamış. Burada bütün Anadolu’yu gezerek ticaret ile meşgul olmuştur. Yetim ve öksüz olarak büyüyen Sultan Baba, 1954 yılında İstanbul’a gelip. Zeytinburnu ilçesine yerleşmiştir. . Dağıstanlı Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin vefatından sonra halkı irşad vazifesine başlamıştır. . Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı; herkesin derdini dinler, müşkülü olanların dertleriyle hemhal olurdu.
Fatma Toksoy: Bir küçücük kulübecik. Her yerde onun hayatını anlatanların bahsettiği dükkânı bu şekilde tasvir edilmekte. Anladığım kadarıyla gül alınıp gül satılan ve gülün gül ile tartıldığı bu dükkânda maddi âlemde ne satardı Sultan Babamız?
Hüseyin Tamgüney: Bakkaldı Babam. Küçük bir bakkaliyesi vardı. Temizlik malzemesinden ekmeğe, bisküviye kadar bir bakkalda olması gereken ne varsa onu satardı. Bir de “Milli Gazete”. Sultan Babam, Zeytinburnu’ndaki dükkânına gidenleri boş çıkarmazdı. Adam hiçbir şey almadan çıkacak olsa, Sultan Baba, “Evladım bir Millî Gazete ile bir de sabun alır mısın” derdi. Adam, itiraz etmeden alırdı ama parayı öderken “Bu ne iştir?” der gibi Sultan Baba’ya bakardı. Sultan Baba bunu fark eder ve ona: “Bak evladım, bu gördüğün sabun insanın bedenindeki maddi pislikleri temizler. Milli Gazete ise insanın kalbini ve ruhunu manevi pisliklerden temizler.” derdi.
Fatma Toksoy: Hocam, yaptığım araştırmalarda vardığım sonuç: “Tasavvuf + Hüzün= Gözyaşı”. Ebû Hanîfe Hazretleri sabahlara kadar ağlarmış. Diğer evliyalar da. Peygamberimiz (s.a.v.) de. Yani başta Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere bu yola çıkan her zat gözyaşı dökmekte. Sultan Baba’nın da ağladığını duyduk, Ömrünü hep dua ile ağlamakla geçirmiş. Pek çok Allah dostu gibi o da hüzünlü bir ömür sürmüş. Hiç kendisine bir evlat olarak sordunuz mu “Baba neden hep böyle ağlamaktasın?” diye?
Hüseyin Tamgüney: Ağlardı, hem de sabahlara dek. Sultan Babam, gece gündüz herkesin müşkilini halletmeye çalışır, herkese çare olmaya, her nefesini ümmet için harcamaya çabalardı. O, Muhammed Ümmeti’nin Allah yoluna dönmesi, Tevhid sancağı altında toplanması ve Ümmet i Muhammed’in başına adil, imanlı, Hakk’a riayet eden amirlerin, hükümetlerin başa gelmesi için gayret ve dua etmişlerdir. O Sultan, her tarafa gece- gündüz bütün gücüyle koşar, herkesin imdadına yetişir, herkese çare olmaya çalışırdı. Bir nefesini Ümmet-i Muhammed’den ayrı geçirmedi, bir nefesini Rabbimizden ayrı geçirmedi. Bundan yaklaşık 30 yıl kadar önce, bir gün merak edip sordum Sultan Babama; “Baba ömrünü duayla, zikirle, hizmetle, ümmete feryat figanla geçirdin. Ama görünürde hiçbir şey yok.” Sultan Babamın cevabı oldukça manidardı: “Doğru evladım görünürde hiçbir şey yok. Ancak hesaplayamadığın bir mesele var. Rahmet yoksa da gazab var mı? Zulüm var mı? İşkence var mı? Bela var mı? Benim duam ancak bu kadar perde oluyor.”
Fatma Toksoy: Hocam Sultan Baba kadınlara çok değer verirdi. Müridlerinin çoğunluğu da kadındı. Neden?
Hüseyin Tamgüney: Evet, cemaatimizin çoğu kadın. Bir gün babama sordum; dedim ki: “Baba kadınlara çok önem veriyorsun. Erkeklere önem vermiyorsun. Neden?” Dedi ki; “oğlum kâfirler İslam toplumunu kadınlarla yıktı. Biz de bu toplumu kadınlarla kuracağız.”
Fatma Toksoy: Bildiğimiz kadarıyla Sultan Baba’mız yeme-içmesine çok dikkat ederdi, helal ve harama da. Pek çok mutasavvıf gibi nefis terbiyesine yeme içmeye dikkat etmeyle başlatırmış. Ne buyururlardı bu konuda?
Hüseyin Tamgüney: Kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesi gerek. Çünkü nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup onlar gibi amel etmek gerekir, bir de yeme içmeye itina göstermek lazım. Sultan Baba bu konuda “Hastalık ve çile eza verir nefse…”“Bizi Rabbimizden ve Peygamberimizden uzaklaştıran NEFSİMİZDİR.” Diyerek, çilenin yani tasavvuftaki çilenin ve bizlerin sürekli yakındığımız hastalıkların nefse eza verdiğini belirtirdi. Nefse eza verici bir şey de yeme-içmenin dengeli olmasıdır. Az yemektir. Sultan Babam, “Yemene içmene dikkat et. Çünkü nefsin kuvveti bundandır.” Derdi. Biz yiyip içtikçe nefsimiz beslenir palazlanır çünkü. Nefsi terbiye etmek için yeme içmeyi azaltmak gerek. Sık sık “Çok sevdiğimiz en çok beslediğimiz nefsimiz bizim en büyük düşmanımızdır.” “Bu yolda bana en büyük düşman benim kendi nefsimdir.” Diyerek bu konunun önemine dikkat çekerdi. Kendileri de sürekli oruçlu idiler. Ömründe sadece 30 gün, o da iki defa gözlerinden, bir defa da prostat ameliyatı olduğundan ibadetlerini aksatmıştır belki. Yani tıbbi müdahale yüzünden 10’ar günden toplam 30 gün inkıta olmuştur. Hepsi bu. O da sağlık sebebiyle. Onun dışında zaten Sultan Babamın hasta olduğunu bilmiyorum. Seksen altı yaşında vefat etti. Kendisi bize bunun sebebini söylemedi ama ömründe hastalık görmemesinin sebebi ömür boyu oruç tutmasından kaynaklanıyormuş. Senenin 360 günü oruçtu. Sadece Ramazan Bayramı’nın birinci, Kurban Bayramı’nın 4 günü oruç tutmazdı. Ramazan Bayramı’nın 2 gününü bile oruçlu geçirirdi. “Bayram günü bile niçin oruç tutuyorsun?” diye sorduğumuzda: “Oğlum vücut alışmış” cevabını veriyordu. “Beş gün oruç tutmak ise haramdır. Onun için oruç tutmuyorum” derdi. Yani rahmetli Sultan Babam; kelimenin tam anlamıyla “Gündüzleri saim, geceleri kaim” idi. Yani gündüzleri oruç tutar, geceleri ayakta, uyanık, ya namaz kılar, ya Kur’an okur, ya da tesbih çekerdi. Öyle oruçluyum diye de çok yemek yemezdi ne sahurda ne de iftarda. Birkaç zeytin, biraz patates salatası, bir dilim ekmek, bir bardak çay. Tek çeşitti yemeği. Bakın etrafınıza, herkeste bir yeme-içme, israf ve tüketme merakı başladı. Obezite dedikleri hastalıklar ortaya çıktı. Obeziteden kurtulmanın da tek yoludur bu, yeme-içmeye dikkat etme. Az yemek zaten Peygamber sünnetidir.
Fatma Toksoy: Hocam, malumunuz sap saman birbirine karıştı, gerçek mürşidle sahtesi de… Her önüne gelen mürşidim der. Sultan Baba’ya göre gerçek mürşid sahte mürşidden nasıl ayırt edilebilir?
Hüseyin Tamgüney: Sultan babam bu konu üzerinde titizlikle durmuş ve bize gerçek mürşidin özelliklerini şöyle açıklamıştır: “Bunların doğrularını tanımak için şu ölçülere ihtiyaç vardır.
- Ehl-i sünnet ve ve’l-cemaat çizgisinde çok sağlam bir inanç,
- 2- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel),
- 3- Düzgün bir muâmelât,
- 4- Muhammedî bir ahlâk.”
Fatma Toksoy: Muhterem hocam, peki, mürşidi böyle ayırt ettik. Ya mürid? Gerçek dervişle dervişcikleri nasıl ayıracağız? Bu konuda ne diyordu Sultan Baba?
Hüseyin Tamgüney: Babam bu konuda şöyle bir tespitte bulunmuştu: “Gerçek dervişler, haramlardan kaçınırlar, Gerçek dervişler, farz olan ibadetleri mutlaka yerine getirirler. Sünnetleri de terk etmezler. Gerçek dervişler, dünya işleriyle de ilgilenir ancak, hiç bir zaman ahireti unutmazlar.”
Fatma Toksoy: Hocam, Sultan Babamız Müridle mürşid arasında kurulan bir telefondan bahseder. Hattın bir ucunda mürid, diğer ucunda mürşid. Çok hoş bir tanımlama. Nedir hocam bu telefon olayı?
Hüseyin Tamgüney: Mürşidini özleyen müridler için söylemiştir Sultan Babamız bunu. Sultan Babama göre eğer bir mürid mürşidini özlüyorsa bu özlem müridden kaynaklanan bir durum değildir. Müridin böyle bir özlem duyması mürşidinden dolayıdır. Çünkü mürşid onu çağırmaktadır ve bu çağırmayı da bu yolla yapmaktadır. Bu yolun adına da “Kalp telefonu” demiştir ve: “Şeyhinize kalben özlem duyarsanız bilin ki o sizi çağırıyor. Bunun adı kalp telefonudur.” Diyerek güzel bir tasvir yapmıştır.
Fatma Toksoy: Hocam, yukarıda da bahsettiğim gibi, Mevlânâ Hazretleri evliyaları Mesnevi’sinde gönül casusu olarak adlandırır. Sultan Baba da bir gönül casusu muydu sizce?
Hüseyin Tamgüney: Evet, onun da Allah’ın ona bahşetmiş olduğu olağanüstü halleri vardı. O da gizlemeye çalışırdı bunları. Sultan Babamın pek çok kerameti anlatılır dilden dile…Bizzat bizler de evlatları olarak yaşamışızdır bunu. Misalini ben kendimden vereyim. Herhalde 11 ya da 12 yaşındayız. Ben ikiz kardeşim ve anamla beraber köye gitmek üzere buradan Ankara’ya yola çıktık. Dayımızın evine gittik. Apartmanda kalıyor dayım. Çocuk değil miyiz? Baktık karşıda futbol sahası. Hadi gidelim dedik şu maçları seyredelim. Hasan’la gittik ikimiz maç seyretmeğe. Ama çocuğuz. Tabi adres almadık. Buradan bakıyorsun futbol sahasını görüyorsun da futbol sahasından bakınca da bin tane apartman. Biz bunun hangisinden çıktık bilemedik ki. O apartmana gir, yok, bu apartmana gir, yok. Derken ne kadar yol gitmişiz. Öyle düşünün ki Üsküdar’dan Ümraniye kadar yolu gitmişiz yayan. En nihayet oturduk bir kaldırıma başladık ağlamaya. Ee çocuk değil miyiz? Ağlıyoruz zırıl zırıl. Kaybolduk Ankara’da. Bizi bir adam gördü ve yaklaşıp yanımıza sordu ağlamamızın sebebini. Anlattık. Biz buyuz İstanbul’dan geldik. Şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz. Adam aldı bizi karakola götürdü. Karakola gidince gittiğimiz kimseyi de bilmiyoruz ki. Dayı diyoruz sadece. Dayının ismi ne? Bilmiyoruz dayının ismini mismini. Soyadı ne? Bilmiyoruz. Ee nereden bulacağız. O ana aklımıza geldi. Dedik ki bizim dayımızın bir kayın biraderi var, polis müdürü. Polisler, Hah dedi o zaman kolay. Getirdiler bütün müdürlerin resimlerini önümüze, hangisi? Baktık, baktık, hah dedik işte şu kabak kafalı bizim dayımızın kayını. Hemen aradılar onu. “Amirim, sizin çocuklar kayıp mı?” diye sordular. O da kayıp olduğunu söyleyince ona bizim yanlarında olduğunu bildirdiler. Uzatmayayım. Geldi aldı bizi. Bir müddet dayımda kaldıktan sonra köye gittik, 40 yıl önce evlerde telefon falan yok ki kiminle görüşeceksin. Gittik, iki ay falan kaldık köyde. İstanbul’dan ayrılalı 3 ay olmuştu herhalde. İstanbul’a döndüğümüzde bakkal dükkânına geldik sevinçle. Önce ben girdim içeriye. Rahmetli babam dedi ki: “Niye o kadar çok ağladınız, hı, ben sizi bırakır mıyım?” Şaşırdım. Çünkü hadiseyi bir biz biliyoruz, bir de Allah biliyor. Dayımın veya kaynının anlatmasına da imkân yok. Annemi de görmedi ki o söylesin. Telefon melefon yok, mektup da yazmadık. Demek ki evliyalar biliyorlar, görüyorlar. Bizleri takip ediyorlar hep. Ve de kendisine bende olan müridini yedi dünyada yalnız bırakmıyorlar.
Bu çocukken şahit olduğum bir durumdu. Büyüdük, Sultan Babamın kerametleri devam etti. Keramet eli hep müridlerinin ve bizim üzerimizdeydi. Bir gün arabamla şehirlerarası bir yolda gitmekteyim. Arkadaşım yanımda uyumakta. Acelem var, yetişmem gerek. Habire gaza basıyorum ki yetişeyim. Derken önüme keskin bir viraj çıktı. Fark edene kadar arabamın havada uçtuğunu gördüm ve nefesimi tutup yalnızca “Allah” diyebildim. O arabadan sağ çıkmamız imkânsızdı eğer takla atsaydık. Kısacık bir an, arabanın önce sol iki tekerleği sonra da biraz sarsıntıyla karışık sağ iki tekerleği yerine oturdu ve düzgün bir biçimde yola kondu. Sanki bir el onu kaldırıp güvenli bir şekilde yola bırakmıştı. Sarsıntıya uyanan arkadaşım heyecanla ne olduğunu sordu. Ona “bir şey yok, sen uyumana devam et!” dedim ve yola koyuldum. İstanbul’a döndüğümde kimseyi heyecanlandırmak istemedim… Yalnız bir an bu işin hikmetini sorayım babama diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. Dükkâna geldim. Geldiğimi duyan babam da kapıdan içeri geldi ve yanıma yaklaştı. Kimsenin duyamayacağı bir sesle fısıldadı: “Oğlum, bundan sonra bu kadar hızlı kullanma arabanı!” İşte o an anladım hakikati. Görünmez bir el havada uçan arabamı tutup, güvenle yere bırakmıştı. Bunun gibi nice kerametlerini yaşadık hem bizler, hem de müridleri. Ancak o kerametleriyle anılmaktan hiç hoşlanmazdı. Bu konuda şöyle derdi: “Asıl keramet kişinin İslâm üzere yaşayıp son nefesini İslâm üzere verebilmesidir.”
Fatma Toksoy: “Bu feyz Hz. Muhammed (s.a.v.)’den miras kalmıştır. Hâlâ vardır. O mirasa konanlar yani velîler seninle beraber yaşıyorlar; onları ara, bul. Onlardan faydalan.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in varisi, senin karşında oturmaktadır. Fakat senin karşın nerededir? O, senin önündedir. Ama önü-sonu düşünen can nerede sende?”
Der Mevlana Hazretleri. Ve böyle derken de bizlere bir mürşide bağlanmayı tavsiye eder. Sultan Babamız da Mevlana gibi mi düşünmektedir? Yani illa bir mürşidin eteğinden tutmak gerekli midir?
Hüseyin Tamgüney: Evet, gereklidir. Rahmetli babam bir gün cemaate dedi ki: “Allah’ın yeryüzünde öyle kulları vardır ki bir adım attığında ayağının yarısı dünyanın öbür tarafına çıkar. Hâlbuki dünyanın bir ucundan öbür ucu seksen sekiz milyon adımdır. Dünyanın doğu ucundan adım at batı ucuna varana kadar seksen sekiz milyon adımdır. Allah’ın öyle kulları vardır ki bir adım attığında adımının diğer ucu dünyanın dışına taşar. Bu ne demektir; işte öyle kulları vardır ki Allah’ın bir adımda seksen sekiz milyon adım atar. Bizim vazifemiz o zatın eteğine tutunmak. Sen bir adımda seksen sekiz milyon adım atabilir misin? Biz bir adım bile atamayız. Elbette öyle. Ama onların eteklerine tutundun mu onun adımıyla adım atarsın.” Tasavvuf ilmi muhakkak bir mürşidle öğrenilir. Bunu bir gün “Tasavvuf nedir?” diye soran talebelerine yaptığı açıklamadan anlayabiliriz: Onlara şöyle cevap vermişti: “Bunu bilmeyecek ne var evlat! Tasavvuf; kal ilmi değil, kâmil bir Mürşidden öğrenilen hal ilmidir. Yani kitap okumakla tasavvuf öğrenilemez. Mutlaka bir üstada talebe olmak gerekir.”
Fatma Toksoy: Söz döndü dolaştı yine tasavvufa geldi. Hocam babanız tasavvufu nasıl tarif ederdi?
Hüseyin Tamgüney: Rahmetli babam tasavvufu şöyle tarif ederdi: “Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, evladım, çünkü tasavvuf tecrübe ilmidir. Tasavvuf manevi tecrübe ile anlaşılan hal ilmidir, Tasavvuf tatbiki bir ilimdir böyle olduğu içindir ki mürşid vasıtasıyla öğrenilir ve “Tasavvufi eğitim, “tarikat” denilen özel yollarla kat ’edilir. Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı olarak kabul edilir. Tasavvufi bilginin konusu ma’rifetullah’tır,”
Fatma Toksoy: Hocam, malumunuz, pek çok tarikat televizyon izlemeyi hoş karşılamıyor. Bu bizlerin televizyonlarda neyi izleyip neyi izlemeyeceğimizi seçemeyişimizden dolayı olmalı. Tabii bir de televizyon vasıtasıyla Müslüman aile yapısına ve inancını yıkmaya yönelik gizli amaçları da var misyonerlerin. Yani televizyon günümüzde artık bir beyin yıkama ve Müslümanları uyuşturma makinesi olarak kullanılıyor. Sultan Babamız ne düşünürdü televizyon hakkında?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Babam da şiddetle karşı çıkardı televizyona. Şöyle derdi “Bir Müslümanın hanesine Allah’tan bela yağması için televizyon çoktur, fazladır.” Üstelik 19 sene önce televizyon böyle değildi. Şimdi ise facia. Televizyon bir anda kökünüzü kurutmakta.
Fatma Toksoy: Muhterem hocam, merak etmekteyim, Sultan Baba Hazretleri Osmanlı Sultanları hakkında ne düşünürdü?
Hüseyin Tamgüney: Osmanlı sultanlarının mutasavvıf olduklarını söylerdi. Bir keresinde ona Osmanlıların tasavvufa bakışını soran bir talebesine şöyle cevap vermiştir: “Osmanlı sultanları iyi bir devlet adamı olmalarının yanı sıra gönül dünyası zengin sultanlardı. Amaçları kuru bir cihangirlik kavgası değildi. Dışa yansıyan cesur, atak ve savaşçı şahsiyetlerinin derinliğinde hassas bir ruh dünyaları vardı. Bu yüzden tasavvuf, edebiyat ve şiirle de ilgilendiler. Devlete adını veren Osman Gazi’den tutun da son padişaha kadar bütün sultanlarda umumiyetle bu özellik vardı. Osman Gazi’nin şeyh Edebali’nin kızı ile evlenmiş olması belki bu tasavvufi yakınlığın ilk adımıdır. Osmanlı, altı yüz yıl sürecek olan muhteşem devletini, ordu, medrese ve tekke temeli üzerine inşa etmiştir.”
Fatma Toksoy: Hocam, Sultan Babamız talebelerine sık sık “settâr’ıl-ayb olun” dermiş. Ne demektir “settâr’ıl-ayb”?
Hüseyin Hocam: Sultan Baba insanların ayıbını yüzüne vurmazdı. İnsanların ayıbını yüzüne vuranlara da kızardı. O yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görürdü. Settar’ıl-ayb; ayıpları örten demektir. “Settâr” Esmâ-i Hüsnâ’dır. Allah nasıl insanların ayıplarını, kusurlarını, rezilliklerini örtüp gizliyor, açığa vurmuyor. Ama insanlar içinde her şeyde kusur arayıp, açığa çıkarmaya uğraşanlar var. Bu çok kötü bir huydur. Sultan babam da böyle insanlardan olmamamız için müridlerini uyarır ve settâr’ıl-ayb olun derdi.
Fatma Toksoy: Hocam, peki Sultanımız insanların birbirinin kalbini kırması hususunda ne düşünürdü?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Babam, insanların kalbini kırmamaya dikkat ederdi. Talebelerine de kimsenin kalbini kırmamalarını tavsiye ederdi. Sultan Baba, bu konu üzerinde çok dururdu. Bir insanın kalbini kırmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu ise şöyle açıklardı: “Gerekirse Kâbe’yi yık, ama bir insanın kalbini yıkma. Çünkü Kâbe’nin mimarı, insan. Onu yıkarsan yine yapılır. Fakat bir insanın kalbini yıkarsan o yapılamaz. Çünkü ustası yok.”
Fatma Toksoy: Peki ya gıybet?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Babam gıybete şiddetle karşı çıkardı: “Birbirinizle çekişmeniz kusur aramak için gözlerinizi açıp bakmanız, gıybet etmeniz sizin üzerinizde vazifeli olan melaike zümresinin uzaklaşmasına ve şeytan taifesinin gelmesine sebep olur.” derdi.
Fatma Toksoy: Müslümanlar arasında yüzlerce yıldır yine Müslümanları rahatsız eden bir uygulama var. Adı büyü veya sihir. Zaman zaman bu konudan muzdarib olanları duymaktayız. Hocam Sultan baba hazretleri büyü ve yapanlar yaptıranlar hakkında ne düşünürdü?
Hüseyin Tamgüney: Buna yani büyü yapmaya veya yaptırmaya yeltenenler bunu çok iyi düşünmelidirler. Müslüman bir kişi asla büyü, sihir gibi şeylerle uğraşmaz. O mübarek insan sihir yapanların dinden çıktığını söylerdi. “Büyü yapanlar dinden çıkmış kâfir olmuşlardır” buyururdu.
Fatma Toksoy: Muhterem hocam, Sultan Baba (k.s.) Mücahid midir? “Müslüman nerde darda, nerde narda ise biz oradayız.” Dermiş, gerçekten narda olana koşar mıydı? O ateşe atar mıydı kendini?
Hüseyin Tamgüney: Babam gerçek bir mücahiddi. Her anlamıyla mücahid. Hem ilimde hem nefs mücadelesinde, hem savaşta. Her yönüyle cihad edendi. Hiç unutmam Arafat’tayız. Afgan mücahidlerinden birkaçı yanımıza gelerek ansızın Sultan babamın etrafını sardılar. Ellerine sarıldılar babamın ve ellerini öpmeye başladılar. “Mücahid şeyh, mücahid şeyh!” diye ellerini öpüyorlardı. “ Hindikuş Dağları’nda bizimle savaşan sendin. Seni tanıdık. Sen O’sun! Sen mücahid şeyhsin!” dediler. Ben de Dergâhta bazen dalıp giden babamın nerelere gittiğini o zaman anladım ve hayretler içinde kaldım. “Müslüman nerde darda, nerde narda ise biz oradayız. Orada olmaya mecburuz. Bizi olur olmazla meşgul etmeyin” derdi. Derdi de gidip gitmediğini bilemezdik. Gerçekten narda kalmış darda kalmış mücahidlere maneviyat yoluyla gidip yardım etmiş. Bu olayla anladım. Mücahidler ona minnettarlıklarını bildirirken Sultan Babam da mahcup bir şekilde sanki bir ayıp işlemiş gibi, Afganlı Mücahitlere yalvarıyor; ‘Yapmayın, etmeyin, gençler. Açık vermeyin’ diyordu.
Buna benzer bir olaya da ağabeyim şahit olmuş. Bir gün Sultan Babamın dükkânına Hindikuş Dağlarından geldiğini söyleyen bir Afgan mücahidi girmiş. Daha içeri girer girmez, Sultan Baba’mın ayaklarına kapanıp: ‘Sizi verdiğiniz adresten buldum Ey Allah dostu. Ve Size mücahidlerden çok selam getirdim. Aç susuz yiğitlere su veren, sepetinden simit dağıtan sizdiniz? Buldum sizi’ demiş. Daha sonra, babamın masasında bulunan zemzem tasını görünce, ‘İşte su dağıttığınız tas’ dedi. Babam mahcup sırrı açığa çıkmış bir halde bakarken, orada bulunanlar şok olmuş, kalakalmışlar.
Fatma Toksoy: Sultan Baba Hazretleri İSLAM BİRLİĞİ için çok çalışmış. Hayatı boyunca İslam Birliği’ni savunmuş, ne düşünüyor ve diyordu bu konuda, bizlere neler tembihliyordu?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Baba hayatı boyunca İslâm Birliği’ni savunurdu bu birliğin kurulması için elinden gelen çabayı harcardı. Müslümanlar arasında nifak çıkaranları kınar, ihanet edenlerin çok büyük bir azaba duçar olacaklarını söylerdi. Bu konuda müridlerine ve bütün Müslümanlara şöyle seslenirdi:
“Daima yapıcı olun, toparlayıcı olun. Millet ayrımı yapmayın! İslâm’da milliyetçilik olsaydı, Kuran-ı Kerim Arapça indiğine göre Arapları methetmesi gerekirdi. Oysa “Cahil Araplar yeryüzünde fesat çıkarırlar.” diyor Cenâb-ı Hakk.
İkincisi renk ayrımı yapmayın, siyah, beyaz, sarı diye.
Üçüncüsü mezhep ayrımı yapmayın, Şafi, Hanefi, Maliki. Mezhepler amelidir, herkes kendi amelinden sorumludur. Bunu bir dava haline getirmeyin.
Dördüncüsü, tarikatlarda da tefrikaya asla düşmeyin! Nakşi’ymiş, Kadiriymiş… Benim şeyhim, senin şeyhin, gibi ayırımlar ümmeti parçalayan unsurlardır. Çizgisi Hakk’a dayanan ve Hakk nizamının devlet nizamı olmasını arzulayan her tarikat sağlayanın temel şartı bu dört unsura riayet etmektir.” Buyururdu.
Fatma Toksoy: Sultan Baba Hazretleri Milli Nizam Partisinin kuruluşunda rol aldı mı? Destekledi mi?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Babam, siyasette de istikamet sahibiydi. Siyasette hep Hakkı üstün tutan zihniyeti destekler, mazlumun yanında yer alırdı. Sırat’il Müstakim’den bir milimlik bir sapma göstermedi. Sultan Babam, kuvveti değil, Hakkı üstün tutan Milli Görüş’ü destekledi. 1969 yılında Erbakan Hoca Bağımsızlar hareketini başlattığı zaman onun yanında Mehmed Zahid Kotku hazretleri, Sami Efendi hazretleri, Mahmud Efendi hazretleri, Kayserili Hasan Efendi, Konyalı Ali Ulvi Kurucu bey, Bayburtlu Dede Paşa hazretleri ve Sultan Babam yer aldı. Millî Nizam böyle kuruldu. Millî Selamet partisinin ilk halidir Milli Nizam. Dolayısıyla diyebiliriz ki Milli Selamet Partisi bu isimlerini saydığım mübarek insanların desteğiyle kuruldu. Refah Partisi’ni de Sultan Babam hararetle desteklerdi. 24 Kasım1991’e, yani dünyasını değiştirene kadar bu çizgide yürüdü.
Fatma Toksoy: Muhterem hocam, Sultan Baba (k.s.)’ya göre en büyük kahraman kimdir? Çavuş kimdir?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Babama göre “çavuş” nefsimizdir. Sultan Babama göre en büyük kahraman, ise çavuşu (nefsi) esir alandır. Bu konuda o şöyle der: “ En büyük kahraman, çavuşu (nefisi) esir alandır. Sen ona emret, o sana emretmesin.”
Fatma Toksoy: Hocam Sultan Baba’nın bir evladı olarak ilk oruca ilk namaza ne zaman başladınız? O sizin ibadet hayatınıza nasıl özen gösterirdi?
Hüseyin Tamgüney: 6-7 yaşlarında ilk teravihimi kılmıştım. O dönemlerde oruç tutmasam da teravihlere katılıyordum. Rahmetli babamız bizi teravih namazlarına götürürdü. Ben ilk orucumu daha mükellef olmadan tutmuştum. 8-9 yaşlarındayken tutmuştum. Rahmetli babam oruç tuttuğumuz her gün için bize mükafat olarak para verirdi. Babamın amacı bizi oruç tutmaya teşvik etmekti. Bizde o mükafat aşkına 8-10 gün oruç tuttuğumuzu hatırlıyorum. O dönemlerde de Ramazan yaz ayına denk gelmişti. Çocukluğun verdiği o hareketlilikten kaynaklanan bir susama yaşamıştım. O günümü hiç unutmuyorum.
Fatma Toksoy: Hocam, Sultan Baba (k.s.) namaza çok önem verirdi diyorsunuz sohbetlerinizde. Bize bunu burada yine anlatır mısınız?
Hüseyin Tamgüney: Babam namaza çok önem verirdi. Bir gün peygamberimizin mescidinde sabah namazı kılıyoruz, işrak vaktini bekliyoruz sonra iki rekât namaz kılıp dönüyoruz otele. Mescidde insanlara bakıyorum. Kerahet vakti yok. Herkes namaz kılıyor. Merak edip babama dedim ki “ya hu baba bu millet bilmiyor mu kerahet vaktinde namaz kılınmayacağını” Babam gülümsedi. Sonra hemen mescidin sağ duvarında bir ayeti celile yazıyordu, onu bana göstererek: “bak oğlum. Orada Allahu Teâlâ ne diyor biliyor musun” dedi ve devam etti: “ Bak oğul, Allah, ‘Bana her zaman her yerde ibadet ediniz.’ Diyor. Allahu Teâlâ hiçbir kuluna hiçbir zaman neden namaz kıldın demeyecektir. ‘Niçin namaz kılmadın?’ diye soracaktır!” dedi.
Fatma Toksoy: Ya kaza namazı?
Hüseyin Tamgüney: Kaza namazı olanlara da ayrı bir tavsiyesi vardı Sultan Babamın: “Kaza namazlarını bitirin ki Allah’ın huzuruna alnı açık tertemiz varın.”
Fatma Toksoy: Hocam, Ebû Hanîfe hazretlerinin hayatını araştırırken onun Allah’a tevekkülü anlatılıyordu bir kaynakta. Çatıdan kucağına düşen kara bir yılan karşısında istifini hiç bozmayıp, , “Alnımıza yazılandan başkası gelmez” diyerek Tevbe Sûresi’nin
“Kul len yusîbenâ illâ mâ keteballâhu lenâ, huve mevlânâ ve alâllâhi felyetevekkelil mu’minûn:
De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası (takdir ettiğinden başkası) bize asla erişmez. O bizim Mevlamızdır. Onun için mü’minler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” 51. âyetini okuyarak yılanı sol eliyle tutarak atmıştır. Sultan Babamızın hayatına bakıyorum. Onda da aynı tevekkül, aynı güven var. Yanılıyor muyum?
Hüseyin Tamgüney: Hayır yanılmıyorsunuz. Sultan Babam da yalnızca Allah’a dayanır, Allah’a güvenirdi. Bir takım art niyetliler onun küçük dükkânının etrafına kasıtlı olarak iki defa gaz döküp kibrit çakarak yakmak isterler, ancak muvaffak olamazlar. Suikastı yapanlar, şaşırırlar. Sonra gelip bunu nasıl önlendiğini sorarlar. Sultan Baba, suikastı yapanlara gayet emin bir ifadeyle: “Kul, Cenâb-ı Allah ile O’nun yolunda olunca, yol boyunca kimse zarar veremez” karşılığını verir. Bu tevekkül Ebû Hanîfe gibi, Sultan Babam gibi Allah dostlarına mahsus bir tevekküldür. Keramettir bu olay bizler için. Sultan Baba’nın da cihadı keramet, kerameti cihaddı.
Fatma Toksoy: Muhterem hocam keramet, tevekkül derken yine tasavvufa daldık. Sultan Baba Hazretlerine göre “uzlet” nedir? Faydaları var mı? Zararları var mı?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Babam, uzlet nedir sorusunu şöyle cevaplandırmıştır: “Uzlet halkın arasından süresiz uzaklaşıp yalnızlık ve inzivayı tercihtir. İnsanın maddî varlığı ile halktan uzaklaşmasıdır. Böyle bir uzlet ve yalnızlık genelde kabul gören bir davranış değildir. Bu yüzden İmam Gazzâlî, uzletin fayda ve zararlarını değişik açılardan ele almıştır. Onun tespitine göre uzletin faydaları şöyle özetlenebilir: Uzletin faydaları ve zararları1- Huzur içinde ibâdet ve tefekkür, kâinattaki sırları araştırma imkânı, 2- İnsanlar arasında bulunmaktan doğacak gıybet, riyâ ve nemîme gibi âfetlerden, emr bi’l-ma’rûf yapamama gibi günahlardan kurtulmak, 3- Toplumun fitnelerinden ve onlarla mücâdele ile insanların şerrinden kurtulmak, 4- Kişinin insanlardan, insanların da kendisinden ümit kesmesi. Gazzâlî uzletin insana vereceği zararları da şöyle sıralar: 1- Okumak ve ilim öğrenmekten mahrumiyet, 2- Çalışmak ve kazanç elde etmekten mahrum kalmak, 3- Terbiye ve edeb öğrenmekten mahrum olmak, 4- İnsanlarla muhabbetten mahrum kalmak, 5- Sevap kazanmak ve kazandırmaktan mahrumiyet, 6- Tevâzu sâhibi olmayı öğrenememek, 7- Tecrübe sâhibi olamamak. Görüldüğü gibi, uzletin zararları faydalarından daha çoktur. Bu yüzden dervişler devamlı inziva anlamına gelecek uzlet yerine halvet, çile veya erbaîn denilen süreli yalnızlığı tercih ederler.” Sultan Babam da devamlı uzlet yerine, halvet, çile, erbain denilen süreli uzleti tercih ve tavsiye ederdi.
Fatma Toksoy: Hocam son yıllarda yapılan reklâmların etkisiyle de sofralarımıza kola ve meyve suları da eklendi. Eklenen kolanın, meyve sularının içinde de alkol çıktı. Yani yıllardır Müslümanların sofralarına alkol koymayı başarmışlar. Gıdalarına da domuz ve katkıları. Siz bu konuda bizlere neler tavsiye edersiniz? Sultan Babam bu konuda neler söylerdi? Sizlere gıda kısıtlaması var mıydı?
Hüseyin Tamgüney: Ben bir gıda mühendisi değilim ama helal gıda sertifikaları konusunda GİMDES kuruldu. Çok önemli çalışmalarda bulunuyorlar. Müslüman’ın yediklerini ve içtiklerini sorgulama alışkanlığına sahip olmalıdır. Tabiî gıdalara yönelmelidir. Her zaman konserve gibi paket meyve suları gibi gıdalardan uzak durmalarını öneririm. Doğal ve şüphe duymayacağımız gıdaları tüketmeye gayret etmeliyiz. Helâlin en güzeli en sağlıklısı kendi elinizle meyvenizi sıkıp içmenizdir. Paketli gıdalardan kaçınılmalıdır. Konserveden de uzak durulmalıdır. Bilmeden de olsa haram gıda alanların Allah’a olan itaatinde zayıflama olur. Nasıl mı? Bakın anlatayım.
Konserve gıdalara katılmış helal olmayan bir katkı maddesini bilmeden bir Müslüman tüketirse imanî noktada zayıflama yaşar. Mesela namaz kılar ona namaz çok uzun gelir ve sıkılmaya başlar. Hatta namazda oflayıp puflamaya başlar. Bir deneyin kendinizi, hiçbir şekilde haram olmayan natürel gıdaları tüketin ve sonra uzun uzun namaz kıldıran bir imamın arkasına geçin tam tersine büyük bir haz alacaksınız.
Sultan Baba gıda konuda nasıldı, kısıtlamaları var mıydı? Derseniz evet vardı. Mesela evimize hiçbir zaman margarinin girmesine izin vermezdi. Paketlenmiş yiyecek ve içecekleri hiç kullanmamıştır. Bu konuda çok tutucuydu. Bırakın hazır gıda yiyip içmeyi, içki satılan marketlerden bile alışverişi yasaklardı. “İçki olan marketlerden alışveriş yapmayın.” Derdi.
Fatma Toksoy: İsrafı da sevmezmiş duyduğumuza göre…
Hüseyin Tamgüney: Son derece cömert olan babam, ihvanlarına daima israftan kaçınmalarını da tavsiye ederdi. Onun sofrasında hiçbir nimet çöpe atılmaz. Dökülen ufalanan yiyecekler bir elmas kırıntısı altın tozuymuşçasına toplanır ve yenirdi. İsraf yolu gözleyen şeytanın eline bırakılmazdı. Bu konuda şunları söylerdi babam:
“İsraf etmeyin, zira israf nimete şükürsüzlüktür. Nimetin eksilmesine sebeptir.”
“Bir parça yemek attığınızda bir yıllık ibadetiniz yok olur.”
Fatma Toksoy: Muhterem Hocam, İmam-ı Azam Efendimiz hocası Hammâd’a olan saygısından ötürü, hocasının evinin bulunduğu yöne ayağını uzatmazmış. Üstelik hocası yedi sokak ötede otururmuş. Bunun gibi arifler ve mutasavvıfların da hocalarına hürmetleri çoktur. Bu konuda pek çok rivayet anlatılır. Peki, Sultan Babamız nasıldı hocasına şeyhine karşı? Bizlere neler tavsiye ederdi bu konuda?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Babam hocasına saygıda kusur etmezdi. Edebe münafi hiçbir hareketi olmamıştır onun. Hatta bir vasiyeti bile vardı. Güney köyüne defnedilmeyi istemişti. Şeyhi hocası şeyh Şerafeddin Hazretleri’nin bulunduğu yere. Bir de kabrini ziyaret için gelenlere şöyle bir vasiyette bulunmuştu: “Şeyh Şerafettin Hazretleri’ni ziyaret etmeden, kimse bize gelmesin!” Bu gün bu vasiyetini müridleri olarak bizler yerine getiriyoruz. Yalova’nın Güneyköyü’ne gittiğimizde önce şeyh Şerafeddin Hazretleri’nin türbesini ziyaret ediyor, sonra Sultan Babamın yanına uğruyoruz. Bunun gibi nice örnek verebiliriz sultan babamın edebi ile ilgili. Bizlere de şunu tavsiye ederdi:
“Edep ruhla meydana gelir. Ruh terbiyesi gereklidir. Utanma nefisten gelir. Ruhtan gelen hayâdır.”
“Âlim’in yanında dilini Arif’in yanında kalbini tut.”
“Edepten dolayı bir evliyanın huzurunda ne kadar uzak durursanız o size o kadar yakın olur. Ne kadar yakınında olursanız o size kalben uzak durur.”
“Edebi kendin kazanacak, her azana edebi sen vereceksin”
Fatma Toksoy: Muhterem Hocam, sizi çok yorduk, çok meşgul ettik. Son olarak Sultan Babamızın sürekli yaptığı bir dua var mıydı varsa o duayı bize lütfeder misiniz?
Hüseyin Tamgüney: Sultan Babam genelde şöyle dua ederdi:
“Ya Rabbi! Bizi sana layık kul eyle. Habibi Edibine layık ümmet eyle. Mürşidimize layık evlat eyle.”
Fatma Türk Toksoy
Bu röportaj Seyyide Dergisi’nde Yayınlanmıştır. (Seyyide Dergisi 2012 Kasım Aralık-Sayı: 24 ve 2013 Ocak Şubat- Sayı: 25)