Search for content, post, videos

Mikrobu İlk Bulan Bilim Adamı Tabip Akşemseddin

1_aksemseddin

Asıl ismi Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır. Akşemseddin veya Akşeyh lakabıdır. Kutbu’d-dîn Mehmed el-İznîkî, Aziz Mahmud Hûdayî’nin Tacâlliyât’ında “Hacı Bayram’ın Akşemseddin’e:”Beyaz bir insan olan Zeyd’den (Zeyd=fıkıh kitaplarında erkek kişi için kullanılır ve burada da Zeyd’ten kasıt Akşemseddin’in kendisidir. )-insan cinsinin karanlıklarını, lekelerini söküp atmakta güçlük çekmedin, aciz kalmadın” dediğini naklederek; onun “Akşemseddin” lakabıyla bundan dolayı çağırıldığını yazar. Bazı kaynaklar da ise köseliğinden dolayı veya beyaz kıyafet giydiğinden dolayı kendisine “Akşeyh veya Akşemseddin “ lakabı verildiği anlatılır.

Akşemseddin, M. 1390 (H. 792)yılında Şam’da doğmuştur. Avârifü’l-ma ‘Ârif adlı kitabın sahibi Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî’nin torunlarından “Kurtboğan” lakabıyla meşhur, Şeyh Hamza’nın oğludur. Baba tarafından nesebi Hz. Ebû Bekir’e(r. a) kadar uzanmaktadır.

Akşemseddin hazretleri, yedi yaşında babası ile birlikte Anadolu’ya gelerek, o zamanlar Amasya’ya bağlı bulunan Kavak İlçesi’ne(bugün Samsun’a bağlıdır)yerleşmişler. Küçük yaşta hafız olan Akşemseddin Hz. ’leri babasının vefatından sonra, tahsiline devam ederek kısa sürede bütün şer’i ilimlerle beraber tıp ilmini de öğrenmiş ve Osmancık Medresesi’ne müderris (profesör) olmuştur. Onun hayatı hakkında tafsilatlı bilgilerin yer aldığı Enîsî’nin Menâkıbnâmesi’ne göre;”İlm-i bâtın lezzeti dimağından gitmediği için” yirmi beş yaşları civarında kendisine bir mürşid aramak üzere yola çıktı. , Tavsiye üzerine Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerine bağlanmak üzere Ankara’ya geldi. Rastladığı bir kişiye onu nerede bulabileceğini sorar. Adam:”İşte şu gördüğün, dükkan dükkan gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram-ı Velî hazretleridir. ” diyerek, karşı sokakta iki talebesiyle gezen bir zâtı gösterir. O tarafa bakan Akşemseddin’in gördükleri karşısında yüzü asılır, kalbi vesveseyle dolar. İçinden:”Demek bana methettikleri meşhur Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri bu… Dükkan dükkan dolaşıp, para topluyor. Dünyalıkla uğraşıyor. Buraya kadar boşuna yoruldum.”   diye söylenerek onunla tanışmadan nedenini niçinini sormadan oradan uzaklaşır. Halep’e doğru yola çıkar. Amacı orada ünü Anadolu’ya kadar ulaşmış bulunan Şeyh Zeynüddin el- Hâfî Hazretleri’ne intisap etmektir. Bu niyetle günlerce yol alan Akşemseddin, Halep’e yaklaştığı bir yerde mola verir. Dinlenirken uyuyukalır. Uykusunda bir rüya görür. Rüyasında boynuna bir zincir takarlar, zorla Ankara’da Hacı Bayram’ın kapısına bırakırlar. Akşemseddin Hazretleri bakar, zincirin diğer ucunda Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri. O Halep’e gitmek için yürümeye çalıştıkça Hazret zinciri çekiyor. O direniyor, Hazret ise çektikçe çekiyor. Zincir boğazına gömülüyor. Öyle ki Akşemseddin neredeyse boğulacak. Korku ve dehşet içinde uyanan Akşemseddin, rüyasının tesirinde kalarak geldiği yoldan dönerek Ankara’ya, pişmanlıkla dolu duygular içinde geri gelir. Hacı Bayram-ı Veli’nin dergahına ulaştığında, onun müritleriyle tarlada çalıştığını öğrenip, tarlaya koşar. Ama Hacı Bayram-ı Veli kendisiyle ilgilenmez. Akşemseddin diğer talebelerin arasına katılarak onlarla beraber akşama kadar tarlada çalışır. Yemek vakti geldiğinde Hacı Bayram-ı Veli, hazırlanan yemekleri talebelerine bölüştürür. Artanı da köpeklerin çanağına döker. Akşemseddin de o yal çanaklarından birini alıp, bir onlara bir de kendine bakarak nefsiyle mücadele edip, “sen buna layıksın, Buraya vaktinde gelmedin. Zincirle zorla çekilerek getirildin. Şimdi ye bakalım bu yal çanağından. ”diyerek yemekten yemeğe başlıyor. Onun bu halini gören Hacı Bayram-ı Veli:”İmtihanı kazandın, kalbimize girdin köse, gel yanıma!” diyerek önündeki çanağı itip, onu sofrasına oturtur ve:”Zincirle gelen misafiri böyle ağırlarlar” der. . Bundan sonra Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin en sevdiği talebesi oluyor. (Burada şunu belirtmeden geçemiyeceğim. Akşemseddin hakkında çok geniş bir araştırma yapan A. İhsan Yurd, Akşemseddin’in “Def’u metâ’in adlı eserinde Zeynüddin Hâfi Hazraetlerini tenkit ettiğini, tenkit ettiği bir insana intisap etmeği düşünmesinin mümkün olmadığını belirterek, bu olayların yaşanmadığını, Akşemseddin’in doğrudan Hacı Bayram’a bağlandığını yazıyor. Bana göre bu eseri belki Akşemseddin Hazretleri Hacı Bayram-ı Veli ‘ye intisabından ve tasavvufun belli mertebelerinden geçtikten sonra yazdıysa daha önce bağlanmayı düşündüğü bu şeyhin yanlışlarını görüp, eleştirmiş olabilir. Kaldı ki Lâmi’î’nin, Taşköprülüzâde’nin,ve bunlar gibi pek çok alimin eserlerinde zincirle çekme olayından bahsedilmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)

Akşemseddin Hazretleri kısa zamanda tasavvuf yolunda ilerleyerek Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nden icazetini (yani bir nevi diplomasını) aldı. Aslında Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Akşemseddîn’i diğer talebelerinden daha zor imtihanlara tâbi tuttu. Nefsini terbiye ve ıslah etmekte büyük sıkıntılar çektirdi. Bir defâsında yedi günde bir kaşık sirkeden başka bir şey yedirmedi. Ancak Akşemseddîn bütün bunlardan memnundu. Hattâ kendisi daha fazlasına tâlipti. Nitekim nefsinin istediği şeyleri yapmamakta şeyhinin kendisine buyurduğu tâlim ve terbiyedeki şiddet derecesini kendi isteğiyle artırdığı zaman Hacı Bayram Hazretleri ona: “Yâ Köse nice zamandır riyâzet eylersin, nefsin isteklerinden sakınırsın, âkıbet nûr olursun. Vefât ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar!” dedi. Onun kısa sürede icazet alması üzerine bazıları hayret edip, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine:”Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, ama Akşeyh’e kısa zamanda hilâfet verdin, bunun hikmeti nedir?” Diye sordular. O cevabında şöyle dedi:”Bu bilgili ve akıllı bir kösedir. Her ne görüp, duydu ise itimad etti, inandı. Hikmetini sonra yine kendisi anladı. Kırk yıldan beri hizmet eden bu talebelerse hemen duyduklarının hikmetini ve aslını sorarlar. Onunla aralarındaki fark budur.

İcazeti alan Akşemseddin, şeyhinin yanından ayrılarak, Beypazarı’na gitti. Burada bir mescid ve değirmen yaptırdı. Bir süre sonra halkın ilgisinden rahatsız olup, buradan ayrılarak Çorum’un İskilip ilçesi ‘nin Evlek Köyü’nde inzivaya çekildi. Akşemseddin’in halkın teveccüh ve nazarından uzak durması onun şöhret ve şan belasından korkup, kaçınması yüzündendir. Akşemseddin; tevâzu, alçakgönüllülük ve ferâgatin zirvedeki ismidir. O, herşeye sahip iken bırakmasını bilen; hükümranlığı ve dünya saltanatını, tercih etmeyen bir mürşîdi kâmildir. Maddî varlık ve dünyevî arzulardan el-etek çeken bu büyük zât, bedenî isteklerden büsbütün sıyrılmayı başarmış ve mâsivâdan yüz çevirmiştir.

Akşemseddin, daha sonra Bolu’nun Göynük kazasına yerleşmiştir. Orada çocuklarının ve müritlerinin irşatlarıyla, ilim ve terbiyeleriyle meşgul oldu. Bu esnada hacca gitti.

 

HACI BAYRAM-I VELİ HAZRETLERİ’NİN VERDİĞİ MÜJDE

Fatih Sultan Mehmet’in babası I. Murad, Hacı Bayram-ı Veli’ye son derece bağlı idi. İşlerinden fırsat buldukça onu ziyaret ederdi. Bir gün dört yaşındaki oğlu şehzade Mehmed’i de beraberinde getirerek, Hacı Bayram-ı Veli’nin elini öptürdü. Sohbet sırasında:

Efendim, İstanbul’u alıp, bu kafir diyarını İslâm nuruyla nurlandırmak ve çan sesleri yerine ezan seslerini yüceltmek isterim. Duanızı bizden esirgemeyin. ”deyince, Hacı Bayram Hazretleri ona:

Allah ömrünüzü ve devletinizi ziyade etsin ama İstanbul’un alındığını ne sen ne de ben göremeyiz.

Sonra yerde oynayan şehzade ile kapının yanında hizmete hpazır bekleyen Akşemsedin’i göstererek:

Amma bu çocukla bu köse görürler. ” Dedi .

Gerçekten de İstanbul’un alınışı Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin işaret ettiği gibi olmuştur.

HACI BAYRAM-I VELİ’NİN VEFATI

Hacı Bayram Hazretleri’nin Ankara’da fenâ âleminden bekâ âlemine göç etmek üzere iken; son sözleri:

Akşemseddîn benim cenâzemi yıkasın ve namazımı kıldırsın. ” oldu ve vefat etti. Talebeler ile Hacı Bayram-ı Velî’nin yakınları ne yapacaklarını bilmez bir haldeydiler. Çünkü o sırada Akşemseddîn orada değildi ve nerede bulunduğunu kimse bilmiyordu. . Kararsız ve üzüntülü bir halde yollara bakarken. “Akşemseddîn geliyor!” diye bir ses işitildi. Halk, Akşemseddîn’i karşıladı ve olup biteni haber verdi. O da vasiyet üzerine yıkayıp namazını kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’yi defnetti. İşler bitince, Hacı Bayram-ı Velî’nin doksan bin akçe borcu olduğunu öğrendi ve otuz bin akçesini ödemeyi üzerine aldı. Kalanını da Hacı Bayram-ı Velî’nin yakınları ile dostları ödediler. Akşemseddîn, vaat ettiği otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi ve geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn’e gelerek hepsini istedi. Akşemseddin:”Birkaç gün müsaade et. ” dediyse de, faydası olmadı. Adam küstah bir şekilde bir dakika bile bekleyemeyeceğini bildirdi. Bu söz üzerine üzülen Akşemseddîn Hazretleri alacaklıyı içeri çağırdı. Ona: “Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma!” dedi. Adam bahçeye girdi. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot ve o otun her bir yaprağı üzerinde de bir akçe vardı. Buna çok şaşıran adam, o akçeleri toplamaya koyuldu. Topladığı halde yapraklardaki ve bahçedeki akçeler bir türlü eksilmiyordu. Hayretten ağzı açık kalmıştı. Bin akçeyi tamamlayıp, Akşemseddin’in yanına döndü ve”bu akçeleri size bağışladım” diyerek özür diledi, yalvardı . Fakat Hazret o bin akçeyi geri almadı. Akşemseddîn Hazretleri hocasının vasiyetini yerine getirdikten sonra tekrar Göynük’e geldi. Burada da bir mescid ve değirmen yaptırdı. Akşemseddin Hazretleri hocasının vefatından sonra Bayramiyye tarikatının Şemsiyye kolunu kurmuştur.

 

AKŞEMSEDDİN PASTEUR’DAN DÖRT ASIR ÖNCE MİKROBU BULDU

Akşemseddin, tıp tahsilini Amasya Darüşşifası (hastanesi)’nda gördü. Özellikle bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalışmıştır. Çünkü o dönemlerde salgın hastalıklar insanları perişan ediyor, toplu ölümler oluyordu. Bu konuda birçok araştırma yaptı.

Pasteur (Pastör)’ün teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa o haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış veya kasıtlı olarak Pasteur’a mal edilmiştir. Mikroskopun 17. Yüzyılda bulunduğu göz önüne alınırsa Akşemseddin Hazretleri’nin büyüklüğü bir kez daha anlaşılır.

Tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat’ta mikrobu şöyle tarif eder: “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu zannetmek yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşma suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülmeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur. ”diyerek, mikrobu tarif eder, mikrobun vücuda girdikten sonra kuluçka dönemi olduğunu, süreleri ile açıklar. Böylece mikrop teorilerinden birini ortaya koyup,tarihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişidir o. . Ve Mikrobiyolojinin babası sayılmaktadır. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalığın tedavisini bulmak için çok uğraştı. . Bu hastalığa yakalanan sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu. Türlü otlardan hazırladığı ilaçlarla çeşitli hastalıklara çare buldu. Hastaları şifaya kavuşturdu. Yıllarca çalışarak kudretli bir hekim oldu. Kendisine “Lokman-ı Sânî”(ikinci Lokman) ve “tabib-i ebdân” adları verildi. Fatih’in kızlarından Gevherhan Sultan’ı da tedavi ederek iyileştirdi. Fatih’in kızı da kendisine Beypazarı’ndaki pirinç mezralarını verdi.

MÜJDENİN GERÇEKLEŞMESİ

Fâtih Sultan Mehmed 1453 baharında İstanbul’u almak için ordusuyla yola çıkınca, Akşemseddin Hazretleri, Molla Gürani Hazretleri, Akbıyık Sultan, gibi veliler,alimler ve devrin tanınmış şeyhleri müritleriyle beraber onun ordusuna katıldılar. Kuşatmanın en sıkıntılı anlarında Fâtih, hocası Akşemseddin Hazretleri’nin yanına gidip, babasının Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine sorduğu gibi “Yoksa İstanbul bize nasip olmayacak mı?”diye sordu. Bunun üzerine Akşemseddin ağladı, ağladı. Murakabeye daldıktan sonra da: “Sultanım, Allah bizi mahçup etmeyecektir. Biz O’na yönelelim, zaferi ondan bekleyelim. O bizi eli boş çevirmez. ” Dedi. Sultan gittikten sonra babasının ne yaptığını merak eden oğlu(bir kaynağa göre de oğlu değil,Fâtih’in kendisi) çadırına gider. Ancak o içeriye kimselerin alınmamasını söylemiştir. Bunun üzerine oğlu gider gibi yapıp, çadırın arkasına dolaşır. Çadırı biraz aralayıp bakınca babası Akşemseddin’in sürekli “Allah’ım takatim kalkmadı. Ya fethi nasip eyle, ya bu canımı al!” diye secdede ağladığını, mübarek yüzlerini toprağa sürdüğünü görür. Cübbesi bir tarafa sarığı başka bir tarafa düşmüş ağlarken, birden doğrulur. Müjde almış gibi tebessüm ederek “bize zaferi nasip eden Allah’a hamdolsun “ diye hamdetmeye başlar.

Akşemseddin Hazretlerine “İstanbul’un fethedileceği zamanı nasıl bildin ?” diye sorulduğunda “Kardeşim Hızır ile Ledün ilmiyle fetih vaktini bulmuştuk. Kale fethedildiğinde Hızır’ın yanında evliyadan bir grupla hisar’a girdiğini gördüm. Kale fetholunduğunda ise kalenin üzerinde oturuyordu. ”der. .

O MANEVİ FATİHTİR

Fâtih, Topkapı’dan beyaz bir at üzerindeyanında Akşemseddin, Molla Gürani gibi alim ve veliler olduğu halde şehre girdiğinde İstanbullular onları muhteşem bir törenle karşılar. Herkes Akşemseddin’i padişah sanarak ona çiçekler verirler. Akşemseddin de genç padişahı gösterip, “Sultan Mehmed odur” der. Bunu işiten Fâtih de “Ona gidiniz. O benim hocam ve şehrin manevî fâtihidir” der.

Fetihten sonra Akşemseddin üç gün gözden kaybolur. Üç gün sonra onu Edirnekapı yakınlarında harap bir yerde ibadet ederken bulurlar. O zamandan beri bu yer onun ismiyle anılmaktadır. ”Akşemseddin Mahallesi”.

Akşemseddin Hazretleri fetihten sonra,Ayasofya’da ilk Cuma namazını kıldırmış ve ilk hutbeyi okumuştur. Fâtih Medreseleri yapılmadan önce medrese olarak kullanılan Zeyrek Camii’nin güney çevre duvarında pencere üstündeki bir kitabeden de Akşemseddin’in İstanbul’da olduğu yıllarda burada oturup, ders verdiği anlaşılmaktadır.

EYÜB SULTAN’IN KABRİNİN BULUNMASI

Bir gece Fâtih, Akşemseddin Hazretlerini ziyaret eder ve sohbet esnasında”Hocam, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabirlerinin surlara yakın bir yerde olduğunu tarih kitaplarından okudum. Yerini bulabilir miyiz?” demesi üzerine, Akşemseddin eliyle işaret ederek:”Şu tepenin eteğinde bir nur görüyorum. orada olmalıdır. ”der. Oraya gidilir. Akşemseddin Hazretleri oradaki çınardan iki dal alıp, birini bir tarafa öbürünü de biraz ötesine dikti ve “Mihmandâr-ı Resûlullah’ın kabridir. ” Dedi. Fâtih o gece adamlarına“gidin, dikilen çınar dallarının arasına şu mührümü gömün. Sonra da yirmişer adım güney tarafına doğru dalların yerini değiştirin. ” dedi. Sabahleyin Fâtih Akşemseddin’den kabri tekrar bulmasını rica etti. Gittiler. Akşemseddin hazretleri dallara hiç bakmadan gidip, eski yerde durup:”dallar yer değiştirmiş, ama Eyyûb el- Ensârî buradadır. ” dedi. Sonra silahdar ağasına “ Sultanımızın mührünü buradan çıkarın ve kendisine teslim edin. ”dedi. Daha sonra kabir kazıldığında”Bu Hâlid bin Zeyd’in kabridir”yazılı taşı da buldular. Fâtih “Zamanımda Akşemseddin gibi bir zâtın bulunmasından dolayı duyduğum sevinç, İstanbul’un alınmasından duyduğum sevinçten az değildir. ”diye söyleyip, Allah’a şükreder.

BİZİM TATTIĞIMIZ LEZZETTEN SEN DE TADARSAN

İstanbul’un fethinden sonra, Fâtih Sultan Mehmed Han, hocasını ziyârete gider. Sohbet esnâsında;”Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük yardımlarınızla İstanbul’u fethettik. Artık beni talebeliğe, dervişliğe kabûl buyurmanızı istirhâm ediyorum. “dedi. Bunun üzerine Akşemseddîn Hazretleri;Cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed’in derviş olma talebini geri çevirerek:: “Osmanoğulları’nın dervişe değil, sultana ihtiyacı var! Dervişlikte bir hâlet vardır ki, eğer lezzet alınırsa, saltanat işlerinden kesin olarak el çekmek lâzım gelir. Sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, saltanâtı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. İslâm dînini yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzûr içinde yaşıyabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır. Talebelikle pâdişâhlığın bir arada yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabûl edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişân olabilir. Sana mülk, bana hikmet verildi. Bunları terk edersek,siz ve hem de biz vebâle gireriz. Bunun vebâli büyüktür. Allahü Teâlâ’nın gazâbına mâruz kalabiliriz.“dedi. Ama o Sultanını iyi tanımaktadır. Yine gelecek, hem bu kez ısrar edecektir. Buna fırsat vermemek için pılısını pırtısını toplamadan uzaklaşır İstanbul’dan. O yıllarda kuş uçmaz, kervan geçmez bir kuytu yer olan Taraklı’ya çekilir, sonra tekrar Göynük’e döner. Ama duaları Fatih’le beraberdir. Aslında Akşemseddin padişahtan değil, basit dünya zevklerinden, nefsini azdırıp, ruhunu zayıflatacak saray hayatından, debdebeden, şöhretten kaçtı. Fatih onun gönlünü almak için Göynük ‘e para ve hediyeler gönderir. Fakat o bu para ve hediyeleri almaz, İstanbul’un imarında harcanması dilekleri ile geri gönderir. Göynük’e yaptırmak istediği tekke ve camiye de razı olmaz. Yalnızca bir çeşme yaptırmasına izin verir. Fâtih’in bütün hediyelerini geri çevirmesi; padişahın yakınında durup, onun sahip olduğu bütün nam, şan, mal ve nimetlerden gıdalanmamak, faydalanmamak içindir.

GURURU MÜŞAHADE EDİNCE

Fâtih, bir gün Akşemseddin’in çadırına girmiş, ancak şeyh hiç kımıldamadan öylece yerinde oturmaya devam etmiş,onunla ilgilenmemiş. Bu hale çok üzülen padişah, Ahmed Paşa’ya: “Şeyh bize kıyâm etmeyip (ayağa kalkmayıp), yerinden kımıldamadığı için hatırım kırılmıştır ve gönlüm mahzundur” diye yakınmıştır. Akşemseddin’i iyi tanıyan Ahmed Paşa, padişaha şeyhin bu hareketini şöyle açıklamıştır: “Bu büyük fetih, önceki padişahlara ve mübârek ecdâdınıza müyesser olmayıp size nasip olunca, sizde bir çeşit gurur oluştuğunu sezmiştir. İşte . bu yüzden de size karşı saygı ve hürmette kusur etmiş, sizi ağırlamamıştır. Böyle davranarak sizden o gururu ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bu yüzden de ayağa kalkmadı. “ Hocasının kendisine böyle davranmasının sebebini öğrenip, rahatlayan padişah gece yarısı Akşemseddin’i ziyaret etmiş ve sabaha kadar sohbet edip sabah namazını da Şeyhle birlikte kılmıştır.

GERÇEKLEŞEN ŞAKA

Akşemseddin Hazretleri, küçük oğlu Muhammed Hamdi ile ilgilenirken daima “Eğer bu küçük oğlumun yetim, zelîl kalmayacağını bilsem ; bu zahmeti ve mihneti çok dünyadan göçerdim. “ derdi. Birgün yine aynı serzenişte bulununca, hanımı şaka yaptı: “A efendi! Göçerdim dersin niye göçmezsin?” dedi. Bunun üzerine şeyh: “Hemen göçelim o zaman. ” Diyerek mescide girip, evlatlarını ve doslarını topladı. Vasiyetini yazdırdı. Sonra helalleşip, veda etti. Yâsîn sûresi okunurken h. 863yılının, Rebîülâhirinin sonunda (m. 1459yılı Şubat ayında), sünnet üzere yatıp ruhunu teslim eyledi. Göynük’teki târihî Süleymân Paşa Câmiinin bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile berâber bir türbe içine alındı. Akşemseddîn Hazretleri’nin yedi oğlu, beş kızı vardı. Hazret birçok talebe yetiştidi. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Kurduğu tarikat, oğulları tarafından devam ettirilmiştir.

ESERLERİ

1Risâletu Zikri’llah(=Allah’ın Anılması Risâlesi): Arapça yazılmıştır. Allah’ı anmanın yordam ve erdemleri üzerine yazılmış bir eserdir.

2-Mâddetü’l-hayât veya Mâidetü’l-hayât’(=Sağlığın Sermayesi):Türkçe yazılmıştır. Adından da anlaşılacağı üzere Akşemseddin Hazretleri ‘nin tıp tarihinde ilk kez mikroptan bahsettiği meşhur tıp kitabıdır

3Aş’âr (=Şiirler):, Akşemsedin tarafından Türkçe yazılmış şiirlerdir.

4Fâl-i Mushaf-ı Kerîm: Türkçe yazılmıştır.

5Hall-i Müşkilât (=Güçlüklerin Çözümü): Tasavvufla ve Bayramiyye tarikatı ile ilgilidir.

6Risâle fî İstilâhâti’s-Sûfîyâ (=Sofuların ıstılahları Konusunda Risale): Arapça yazılmıştır.

7Risâletü’n nûriyye (=Nur Risalesi): 1452 yılında Arapça yazılmıştır. Başta Muhyiddin İbn’ül-Arabî olmak üzere küfür ve dinsizlikle suçlanan mutasavıflar üzerinde yazılmış bir savunmadır. Akşemseddin Hazretleri; eserinde, bu mutasavvıflarla; Kuşeyrî, Gazzâlî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi ulemâ ve meşâyihin sözleri arasında bir fark olmadığını ispata çalışır. Bu eserinin başlarında “Ben yüzleri nurlu olanları severim. Çünkü bunların yolu Kitab ve Sünnettir. ”diyerek, şeriatsız yani ibadetsiz, Kur’an’sız ve de Sünnetsiz tarikat olamayacağını ifade eder.

Yine bu eserinde Akşemseddin Hazretleri nefis terbiyesi için şu dört şeyi yapmak gerekir der:

“Az yemek, Az uyumak, Halka az karışmak,ve az konuşmak Allah’ı çok zikretmektir. ”

 

8Risâletü’d-Du’â (=Dua Risalesi): Arapça yazılmıştır.

9Risâle-i Kîmyâ-yî Saadet (=Mutluluk İlacı Risâlesi): Türkçe yazılmış, tasavvufla ilgili bir kitaptır.

10Risâletü Şerhi Akvelî Hacı Bayrâm-ı Velî(=Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Sözlerinin Açıklanması Risâlesi):Arapça yazılmıştır.

11Fâtih Sultan Mehmed’e yazdığı Ta’bir name(Rüya Yorma Mektubu) ve Cevab name(Cevap mektubu) adlı iki mektubu vardır.

12-Makâmaât-ı Evliyâ(=Evliyaların Makamları):“ Mürşid kimdir, velayet makamı nedir, dereceleri nelerdir” gibi tasavvufî konuları işleyen Türkçe yazılmış bir eserdir.

 

13Nâsîhatnâme-i Akşemseddin: Akşemseddin Hazretleri’nin öğütlerinden oluşur. Bu eserinde Akşemseddin Hazretleri şöyle nasihat eder: öğütlerden bazıları şunlardır:

 

Her işe Besmele ile başla. Temiz ol, daima iyiliği âdet edin. Tembel olma, namaza önem ver. Nîmete şükür, belâya sabır et. Dünyânın mutluluğuna mağrûr olma. Kimseye kızma, sitem etme, eziyet ve cefâ etme. Ömrün uzun olsun istersen,şem u veş etme dilin halka, kimsenin nîmetine hased etme. Kimseyi kötüleyip, atıp tutma gıybet etme,. Senden üstün kimsenin önünden yürüme. . Ayakta pantolon giymekten sakın. Misvâkı başkasıyla berâber kullanmak uygun olmaz. Çok uyumak kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti tilâvet kıl, Kur’ân-ı kerîm oku. (Kur’an-ı Kerim’i usûlüne göre okuyup, manasını tefekkür et. ) Dâimâ Allahü Teâlâyı zikret”.

.

Akşemseddin’den beyitler:

“Bu ışkı ben bilmez idüm, bu bir aceb sevdayimiş.

Bir zerresi ây-ü güneş, bir katresi deryayimiş. ”

“Sen vücûdın fâni kılmayınca bulmazsın bekâ.

Vaslın ister isen anun, canı ko cânânâ gel. ”

 

Tasavvuf sırlarını akıl ile çözmeye çalışanları şöyle hicvetmiştir:

 

“Bilemezsin sen bunların sırların aklıla (akılla)

 Zira gülzâr kıymetin bülbül bilür, bilmez gûrâb (bilmez kargalar)” (Akşemseddin)

 

KAYNAKLAR

Haz.Ali İhsan Yurd;Mustafa Kaçalin,Akşemseddin Hayatı ve Eserleri,İstanbul1994.

Orhan F. Köprülü; Mustafa Uzun, “Akşemseddin”,DİA, II,ss.299-302

A.İHSAN Yurd,Fâtih’in Hocası Akşemseddin Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1972.

M. Naim Karaman, Hz. Akşemseddin Tek Başına bir Üniversite, İstanbul, 1992.

Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, İstanbul [t:y:]

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *