1948 yılı Haziran ayında yayınlanmış bir mecmua elime geçti. “Her Hafta” mecmuası. Onun mazi kokulu sayfalarında dolaşırken Kandemir imzalı, Feridun Kandemir’e ait olduğunu sandığım bir Kudüs yazısıyla karşılaştım. 1948 yılı Mayıs ayında İsrail Devleti kurulmuştu. Buna müteakiben Haziran sayısında da bir Kudüs yazısı… Ne garip bir tesadüftür ki bu… Benim bu yazıyı görmem ise bir tevafuk olmalı. Neden derseniz bakın o yazıdan alıntılayarak anlatayım. Kandemir isimli bu yazar 1946 yılında sanırım Filistin’e gitmiş. Ve buradaki Araplarla ve Yahudilerle konuşmuş. Anlatıyor yazar:
“…Türk olduğumu anlayınca sandalyesini çeken yanıma geldi. “Artık yaşanmaz oldu buralarda” diye söze başladılar.
-Ne var ki dedim onlar kendi âlemlerinde size bir şey dedikleri yok ki!
-Ne diyorsun Allah aşkına? Tel-Aviv’i kurdukları günden beri buraya bir vapur bile gelmez oldu. Alış-veriş durdu. Açlıktan öleceğiz.
-Peki, ne diye topraklarınızı onlara sattınız? Bütün o saha, şimdi Tel-Aviv olan arazi baştanbaşa sizindi. Niçin verdiniz onlara?
-Bilir miydik biz böyle olacağını? Yanında sarı saçlı, mavi gözlü piliç gibi kızla Yahudi karşımıza dikilir. Kızın işvesi bir yandan, herifin parası bir yandan bizi çileden çıkardı. Yüz liralık toprağa beş yüz, bin verdi. “Şuracığa bir kulübe kurup başımızı sokalım da… İnşallah gelirsiniz, kızım da size şarap ikram eder” derlerdi. Kimde kuvvet kaldı. Satan satana… Böylece koskoca bir şehir doğdu.
-Paraları ne yaptınız?
-Sorma… Meteliği bırakmadılar, yine elimizden aldılar.
-Nasıl olur canım?
-Kız şarap ikram etti dedik ya… Elimizdekini avucumuzdakini de böyle çekip bizi işte böyle harap ettiler. Şimdi asıl ağrımıza giden burnumuzun dibine kurdukları şu Tel Aviv’e bir kerecik olsun gidemiyoruz. Böyle uzaktan yutkunup duruyoruz. Arap, yalnız toprağını elinden kaçırmış değil, bu kupkuru verimsiz toprağın cennete döndüğünü görerek çileden çıkmıştır. Arab’ın elinden aldığı bu susuz çöl parçası halindeki toprağı, Yahudi, hakikaten şaşılacak bir gayretle, birkaç sene içinde her tarafından şarıl şarıl sular akan, mis gibi portakal mandalina bahçeleri haline getirmiştir.” (Kandemir, Her Hafta, İstanbul, Sayı: 50, 12 Haziran 1948, cilt: 4, s.s. 4, 18)
İşte Kandemir’in bahsettiği bu toprak satışı İngiliz, Fransız ve Almanya’nın başını çektiği bir Haçlı planının, bir Haçlı oyunun son perdesidir. Aslında satılan topraklar son kalan topraklardır. Haçlılar 1800’lü yıllardan itibaren Kudüs ve çevresinde toprak almaya başlamışlardı bu planladıkları oyun gereği. Nasıl mı? Bakın anlatayım…
Napoleon Bonaparte 1799 yılında Akka’da Osmanlı toplarına maruz kalarak büyük bir yenilgiye uğradıktan sonra, Batı Kudüs ve civarını savaşarak alamayacağını anladı. Haçlılar Haçlı Seferleriyle alınamayan Kudüs’ü çeşitli oyun ve entrikalarla almaya yöneldiler. Savaşlarını kılıçla, topla, tüfekle değil, entrika, plan ve oyunlarla vermeye başladılar. Bu konuda da Yahudileri ve basını çok güzel yönlendirip kullandılar. Tabii içimizdeki hainleri de veya kullanılacak kadar zafiyeti olanları da… Bir şekilde milliyeti önemli değil Müslüman kimliği taşıyan insanlar ye nefislerine ya şehvetlerine ya da makam ün şöhret-para hırsına yenik düşerek veya Arap milliyetçiliği gibi milliyetçi akımları kaşıyarak bu oyunu tezgâhladılar. Sabırla… 1800’lü yıllardan günümüze kadar devam eden bir süreçte…
Haçlı savaşları Haçlı tezgâh ve entrikalarına dönüşünce, Montefiore, Rothschild ve Maurice de Hirsch gibi Filistin topraklarını hedef alan Avrupa’nın büyük sermaye sahipleri planlarını yapmaya başladı. Bunlar, Avrupa’da Hristiyan’lardan büyük miktarlarda toplanan sadakaları Kudüs ve çevresindeki Yahudilere aktararak, bölgeye kaçak giren göçmenleri el altından daima kayırarak ve uzun vadeli planlar sonucu 19. Yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’ni borca mahkûm ederek, ayrıca Filistin’de arazi satın almak için büyük meblağları gözden çıkarmakla kalmayıp, gayri resmi yollara başvurmaktan da çekinmeyerek aslında daima bölgedeki yerli yabancı Yahudi oluşumlarını sürekli desteklemişlerdir. (Brahim Bauazi, Tez, s. IV)
İngiltere ve Fransa’nın başı çekmesiyle Avrupa, yaptıkları uzun vadeli bir plan dâhilinde 19. yüzyılın başlarında Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikrini ortaya attı. Çok geçmeden bu fikir diğer Avrupa ülkelerinde, Amerika ve Rusya’da hızla yayıldı. Hatta bu amaca zemin hazırlayabilmek Montefiore, 1824-1837 tarihleri arasında Filistin’de 13 yıl kaldı. Bunun gibi gerekli gördükçe Filistin topraklarına seyahat ediyordu. Merak etmekteyim bu seyahatleri zarfında orada neler yaptı ne şeytani fikirleri hayata geçirdi? Ve İngiltere’ye döndüğünde Yahudileri Filistin’e yerleşmeye teşvik etmeye başladı. Ne ile? Yazdığı bir kitap ile… Kutsal Topraklar Seyahatim: 40 Günün Hikâyesi’ adlı çok kapsamlı bir kitap hazırladı. Yazdığı ve kitap olarak bastırdığı günlüğünde, Filistin topraklarını ve ekonomisini cazip göstererek dünya Yahudilerini, Filistin topraklarına yerleşmeleri için teşvik etmeye başladı. Ve artık Yahudiler bu konu çerçevesinde Batılılar tarafından örgütlenmeye başlandı. Bundan sonraki yıllarda Yahudilerin bulunduğu her ülkede, Yahudilerin Filistin’e yerleşmesi ve Yahudi devleti kurulması fikrini yayan fikir akımları ve yayınlar çoğaldı.
1856’da Osmanlı’da ilan edilen Islâhat Hatt-ı Hümâyûnî adıyla bilinen Islâhat Fermânı, bunların işlerini daha da kolaylaştırdı. Bu ferman ile yabancı uyruklulara mülk edinme kapısını açılmıştı. Hatta yabancı uyruklular mal ve mülk edinebilecek ve herkes şirket, banka gibi ticari kurumlar açabilecekti. Ancak bu ferman ilk başlarda Kudüs’te uygulanmadı. O dönemdeki kanuna göre, Kudüs’te Yahudi ve ecnebilerin mülk ve arazi satın almaları yasak olup daha önce satın aldıkları arazileri Osmanlı tebaalarından isteyenlere aynı fiyata satmaları gerekmekteydi.
. Ancak daha sonra gelen Osmanlı-Kırım Savaşı, Osmanlı’yı madden de tüketmişti. Bu savaşla beraber ortaya çıkan mali krizi atlatmak için devlet, miri, mahlül ve hatta metruk arazileri zengin vatandaşlarına satmaya başladı. Bu kadar büyük toprakları alabilmek herkesin harcı değildi. Büyük paralar gerekiyordu. O zaman devreye Lübnan’lı Hristiyan aileler girdi. 1872 yılında bu ailelerin en tanınmışlarından olan Sersak ve Hûrî aileleri, Filistin’in kuzeyinde köyler satın almışlardır. Mecdel, El Herîc, Harisiye, Yâcûr, Hureybe köyleri bunlardan bazılarıdır. Merc İbn-i Âmir bölgesinin arazilerini devletten satın alan Beyrutlu Hristiyanların başında Habib Besters, Nikola Sersak, Tüveyni, Mette Ferah ve Selim Hûrî gibi isimler gelmektedir. Devletin girdiği mali krizi bu şekilde değerlendiren bu zenginler, 20. yüzyılın başında ellerindeki arazileri dolaylı ya da doğrudan yabancı Yahudilere ve Siyonizm Ajansına satmışlardır. (Brahim Bauazi Tez, s. 66).
Ancak Siyasi ve dini bakımdan hassas olan Kudüs ve çevresinde toprak satışı zinhar yasaktı. Özellikle yabancı gayrimüslimlerin o bölgenin arazilerine gösterdiği yoğun rağbetten dolayı, 1897 yılında Bab-ı Âli, mahlûl arazilerin müzayede ile satışını yasaklayan bir tahriratı Kudüs Mutasarrıflığına gönderdi. Hatta Kudüs’te sadece miri arazilerin satışı değil mahlûl arazilerin satışı da yasaklandı. Ayrıca Kudüs topraklarının korunması için tedbirler aldı ve miri, mahlûl ve hatta vakıf arazilerine, yerli aşiretleri ve Müslüman muhacirleri iskân ettirdi.
Haçlılar ya da Batılılar yasaklamaları delmenin muhakkak bir yolunu buluyorlardı. Mesela Avrupa’lı İngiliz Yahudilerinden Sir Moses Montefiore… Kudüs’te arazi satın almasına izin verilen bu kişi İngiltere’nin uluslararası diplomatik asilzadelerinden biridir. Montefiore, Osmanlı’dan Kudüs haricinde, fakir Yahudiler için binalar inşa etmek maksadıyla (!) izin ister. Osmanlı Devleti, Protestanlara ve Ruslara bazı binalar yapmalarına izin verdiği için; Montefiore’nin de bu isteğine red cevabı verilmesinin devlet adına kötü neticeler doğurabileceğini düşünerek, bu isteğini kabul etmek zorunda kalır. Ayrıca 1863 yılında Sultan Abdülmecit 900 lira harcayarak Kudüs’te satın aldığı bir arsayı, Montefiore’ye hediye etmiştir. Bu arsa üzerine de onun tarafından Nifer Ziraat Okulu inşa edilmiştir.
Konsolosluklar iş başında…
Ancak ne yapılırsa yapılsın, Haçlılar’ın Filistin metruk arazilerindeki emelleri hiç bitmedi artarak devam etti. Mesela 1888 yılında İngiliz Tabipler Cemiyeti’ne mensup bir doktor, Akka Nasıra kasabasında metruk araziden bir arsa üzerine bir hastane kurmak için inşaata başladı. Ancak bundaki ard niyeti gören Osmanlı bu inşaatı hemen durdurdu. Ama Batılılar durmadılar. 1839 yılında İngiltere, 1842’de Almanya, 1843 yılında Fransa, 1848 yılında da Rusya Kavalalıların Filistin’den çekilmesinden hemen sonra Kudüs’te sonra da diğer şehirlerde konsolosluklar açtı. Bu bölgede kendi ülkelerinin ticarî menfaatlerini korumak, vatandaşlarının haklarını gözetmek, seyrüsefer kontrolü ve noterlik gibi diplomatik olmayan resmî görevleri yerine getirmek gayesiyle açılan bu konsolosluklar, bu amaçlarının dışında da başka amaçlara hizmet ediyordu el altından. Özellikle Tanzimat’tan sonra başlayan bu himaye etme hikâyesi adı altında genelde Rusya, Ortodoksların; Fransa, Katoliklerin ve İngiltere, Protestanların koruma yükümlüğünü üstlenmişti. Ayrıca İngiltere konsolosluğu, Filistin’deki Yahudileri, Dürzileri ve hatta Bahaileri de koruması altına almıştı. Dikkatinizi çekerim, İngiltere, Filistin’deki Yahudileri, Dürzileri ve Bahaileri himayesi altına aldı. Babasının hayrına yapmadı bunları tabii… Onlar vasıtasıyla yapacakları işleri, hayalleri ve emelleri vardı. İlerde İngilizlere ve Yahudilere topraklarını bu iki grup yani Dürziler ve Bahailer satacaktı zaten… Bu konsolosluklar himaye görevlerinin dışında Filistin’de arazi mülkiyetinin intikali hususunda büyük rol oynadılar. Konsolos ve vekilleri arazi satın aldılar ve arazi sattılar. Mesela İngiltere konsolosu Noel Temple Moore, İngiliz Evanjelist Cemiyeti’ne arazi satmıştı. Ve işin enteresan yanı Yahudiler, satın aldıkları arazilerin kaydını İngiliz konsolosluğunda yaptırıyorlardı. Yani konsolosluklar Tapu kayıt işlemlerini, devleti hiçe sayarak kendileri yapacak kadar hadlerini aşmışlardı. Yahudilere el altından toprak satışı böylece devam ediyordu. Mesela Fransa Yafa konsolosu, 1879 yılında Hudayra köyünün bir kısmını önce satın alıp sonra da yabancı Yahudilere yani oranın yerli halkı olmayan dışardan getirilen Yahudiler’e satmıştı. 1884 yılında da Fransa konsolos vekili, Remle kazasına bağlı Gadire köyünde 3 bin dönüm arazi sattı ve aynı yıl orada Yahudi Gadire yerleşkesi kuruldu. Bunlar aralarında birbirleriyle paslaşarak çalışıyorlardı. Mesela Rusya konsolosluğu da, Kudüs’te konsoloshane memurları üzerinde kayıtlı bulunan arazileri, Rusya Devleti adına kaydedip tapusunu da almıştı. Yani konsolosluk adına alabildikleri toprakları alıyorlar alamadıklarında da konsolosluk memurlarını devreye sokuyorlar ve konsolosluk memurları adına arazi alıyorlardı. Sonra da bu arazileri satış yapılması yasak olan yabancılara satıyorlardı. Mesela, Akka sancağında bulunan bir köy ahalisinin tasarruf ettikleri metruk arazi, mera ve korularını Akka Almanya Konsolosluğu’nun tercümanı Fuad Saad Efendi zapt etmişti. Ahali de durumu Bâb-ı Âli’ye arz etti. Görünüşte Fuad Saad Efendi gasp etmişti arazileri. Ama görünüşteydi. Büyük bir ihtimalle, bu olayın arkasında Almanya konsolosluğunun ya da bu konsolosluğu ve çalışanlarını amaçları için kullanmak isteyen daha başka yabancı güçlerin parmağı vardı… Ancak Osmanlı Devlet’i fark edebildiği bu tür girişimleri engellemeye ya da iptal etmeye çalışıyordu. Mesela 1891 yılında Hayfa’da Osmanlı tebaasından bazı kişilere ait bahçelerin Avusturya Viskonsolosu Sigmond Fissber’e satılmasına Osmanlı izin vermedi Belgede adı geçen Avusturya Viskonsolosu Sigmond Fissber “şüpheli” sıfatıyla tavsif edilip satışa engel olundu. Aynı şekilde Akka ile Kudüs içindeki Musevi muhacirlerin iskânının yasak olduğu arazinin de Rosbach şirketine satılmasına izin verilmedi. Tabii bu yapılan şikâyet veya tahkikatlarla ortaya çıkınca yapılan engellemelerdi. Devletin kurduğu toprak düzenini korumakta halk da duyarlılık göstererek, gerekli şikâyetleri yapıyor, devleti bu hususta bilgilendiriyordu. Ya halkın göz yumduğu, duyarlılık göstermediği, şikâyet etmediği veya bizzat piyon olarak kullanıldığı durumlar? Osmanlı hangi birini o zamanın teknolojisiyle kontrol edebilecekti ki…
Dernekler kurdular toprak satın almak için Yahudilere
Bu yollarla başaramadıklarını başka yollarla deniyordu Haçlılar. Bu yöntemlerden biri de Dernekler vasıtasıyla toprağa sahip olmalarıydı. O yüzden pek çok dernek kurdular Filistin’de Gayri Müslimler…çünkü, Filistin’de yabancı hakiki kişilere arazi satışı yasaktı. Bundan dolayı yabancılar, şahıs olarak değil de dernek kurma yoluyla arazi sahibi olmanın yolunu deniyorlardı. Dernek kurma yoluyla satın aldıkları toprakları da daha sonra, Filistin’de yerleşmesi ve mülk edinmesi yasak olan yabancı Yahudilere temlik etmeye çalıştılar. Filistin’de ticari maksat gözetmeksizin kuruluş amacına göre eğitim, sağlık, dini, kültürel ve insani yardım gibi faaliyet ve girişimlerde bulunması için açılmıştı bu dernekler. Ancak bu zahirdeki amaçlarıydı. Devlet, bu derneklerin amacının temelde Müslüman, Hristiyan ve Yahudi halka hizmet etmek olmasından dolayı bu derneklere yapılan arazi satışlarını ırk ve din gözetmeksizin yasal kabul edip izin vermekteydi, Çünkü bu dernekler devletin de yükünü kısmen hafifletmekteydiler. Nitekim bu dernekler; önceleri hastahane, yetimhane, mektep, aşevi… vs. gibi hizmetlerle halkın yararına faaliyetlerde bulundular, ama bunlar hep başka bir amaca yaptıkları hizmeti gizlemek içindi. Dernekler artık hizmet adı altında satın aldıkları bina ve arazilere yabancı Musevileri yerleştiriyor ve Filistin’de Yahudi Devleti kurmak isteyen yabancı güçlere gizlice yardım ediyorlardı.
Notre-Dame de Sion Derneği
Almanya’da Takva hareketi (Pietism)’nin kurucusu Philipp Jakob Spener (1635-1705), Marten Luther’in öğretilerini kullanarak, Yahudilerin Filistin’e dönebilmeleri için Hıristiyanlığa geçmeleri gerektiğini savunuyordu “Eski Ahit’te ‘Arz-ı Mev‘ud’ ismiyle anılan kutsal topraklara doğrudan gidip yerleşemeyen Yahudiler, Filistin’e girebilmek için Hristiyanlığa geçmeli” fikri, Yahudiler arasında empoze edilmeye ve benimsetilmeye başlamıştı. Bu amaçla da “Dame de Zion” adlı Katolik kadın derneği kurdular. Bu derneğin Avrupa’da ve Osmanlı Devletinin farklı bölgelerinde manastır, yetimhanede ve çeşitli eğitim kurumları vardı. Bu dernek de yine bu ard niyetini dernek faaliyetleriyle ört bas ederek Kudüs’te faaliyet gösteriyordu. 1860 yılında Kudüs’te kendi tasarrufu altındaki arazilere bitişik bir arsa satın almak için başvurdu. Dernek olduğu için de başvuru neredeyse olumlu sonuçlanacaktı. Neyse ki arazi Özbek Dergâhı’na ait çıktı da satın alamadılar. Şeyh bu satışı engelledi.
Gurabahaneler
Batı boş durmuyordu. Ecnebilerin Kudüs’te iskânı yasak olsa da bu yasaklar Batılılar’ın kurduğu dernekler ve vakıflar vasıtasıyla deliniyordu. Bazı konsolosluklar, ecnebileri Filistin’e yerleştirme işini görünüşte yasal olan yollarla yapmaya devam ettiler. Ve buna da kılıflarını hazırlamışlardı. Mesela ziyaret veya hac adı altında Filistin’e gelen yabancı Musevi ve Hristiyanlar yaptıkları ziyaret veya hacdan sonra Filistin’den ayrılmadılar. Ayrılmayan bu grupları konsolosluklar himaye etti. Bunlar için konsolosluklarca devlet izniyle gurabahaneler kuruldu. Gayet masumane amaçla yapılan bu gurabahanelere Yahudiler yerleştirildi. Mesela 1893 yılında Rusya’nın Akka ve Hayfa konsolos vekili, Rus Devleti adına Nasıra köyünde bir arsa satın aldı. Bu arsaya gurebahane inşa etmek için devletten gerekli izinleri de aldı. Gurabahanelerde kalan bu ecnebiler, yani yabancı Yahudiler zaman içinde ilk bulunan fırsatta o çevrede gizlice iskân ettirildiler, oranın eski yerleşimcisi gibi…
Eğer dernek adıyla yapmak istedikleri satışları devlet engellediyse ya da iptal ettiyse, arazileri hibe etme yoluna bile gittiler. Bu durumun farkına varan devlet, Filistin’de yabancı hakiki şahıslar için yasak olan araziyi hibe etme ve ferağ işlemini, nihayetinde derneklere de yasakladı. Örneğin, 1894 yılında Yafa’da bulunan George Misionary Ruhban Cemiyeti, Kudüs’te daha önceden satın aldığı emlak ve araziyi, cemiyetin Kudüs’teki vekili Reverend Lankly Holl’a ferağ etmek istedi. Yerli yönetim bu isteği kabul etmemekle beraber bu durumu Şura-yı Devlet’e havale etti. Yedi ay sonra Şuray-ı Devlet (Danıştay) ve Defter-i Hakani Nezareti (Tapu ve Kadastro Müdürlüğü), yabancılara arazi satılmasını yasaklayan irade-i seniyye mucibince bu ferağ talebini reddetti. (Brahim Bauazi , Tez, s. 70)
Osmanlı Devleti, Filistin’deki toprak alış verişlerini kontrolü altında tutabilmek için ve el değiştiren arazilerin kimden kime geçtiğini tespit edebilmek için özellikle yabancıların yaptığı satışı izne bağlamıştı. İzin almadan satış yapamayacaklardı. Mesela 1893 yılında Fransa vatandaşı Mişel Erlanger, Hayfa ve Yafa kazalarında sahip olduğu araziyi, yine aynı tebaadan Eli Şayid’e ferağ etmek için izin istedi. Devlet, bu talebi reddetti. Çünkü Eli Şayid, Fransa bankerlerinden Baron Edmond Rothschild’in vekili olarak, Musevi muhacirleri Filistin’e yerleştirebilmek için devamlı bu tür girişimlerde bulunuyordu. Yine karşımıza çıkan ve bu gün de varlığını devam ettiren Rothschild ailesi… Osmanlı onların bu plan ve ard niyetlerini bildiği için bu izni vermedi. Üstelik sadece bu satışı yasaklamakla kalmayıp Filistin’e göç etmiş bulunan Musevi muhacirlerden hiç kimseye arazi satılmaması için, yetkililere gerekli emri vererek, ihmal gösterenlerin mesul tutulmaları hususunda titizlik gösterilmesi yönünde yetkililer ikaz edildi. Tanzimat ile beraber arazi temellükü konusunda derneklere verilen bazı kolaylıklar ve haklar, bu dernekler tarafından suiistimal edilince 19. yüzyılın sonuna doğru kaldırıldı. Çünkü zamanla bu derneklerin çoğunun Filistin’e yabancı Musevi iskânına hizmet ettiği anlaşıldı. Zaten yabancı gayrimüslimler Tanzimat’tan önce Filistin’de arazi sahibi olamıyorlardı. Tanzimat’tan sonra, sahip oldukları bu hakkı da suiistimal ettiklerinden ve bunu da zamanla devlet, yabancı Yahudilerin Filistin’e olan yoğun göçünü ve yerleşme girişimlerini fark ettiğinden, ecnebi Yahudiler’in Filistin’de mülk edinmesini yasaklamakla kalmadı yabancıların daha önce satın aldıkları her türlü mülkü- ellerinden almak için- satmaya mecbur etti.
Mesela Paris’teki “Cemiyet-i İttihadiye-i İsrailiye” Derneği’nin vekili Natan Nersis tarafından Luba karyesi ile Arabü’d-Delayika bölgesinde satın alınan araziye ecnebi Musevilerin yerleştirileceğinin Bab-ı Ali’ye bildirilmesi üzerine, Babıali’den de, bu tür muamelelere asla izin verilmeyeceğine dair bir tahrirat Kudüs mutasarrıflığına gönderildi. (Brahim Bauazi , Tez, s.71)
Sultan II. Abdulhamid’in tarihe geçen cevabı
Osmanlı İmparatorluğu’nun mali durumu bozulunca, fırsattan istifade, “Arz-ı Mev’ud”a dönme idealini sahneye koyan Yahudi -Haçlı ittifakı yeni tekliflerle II. Abdülhamid Han’ın kapısını çaldılar. Siyonizm’in kurucusu olan Theodor Herzl’i yaptıkları Siyonist kongrelerinde aldıkları kararlar doğrultusunda Sultanın huzuruna çıktı. Siyonist kongresine katılan bütün Yahudi banker ve zenginler Yahudi devletini kurmak için seferber olmuşlardı. Onların desteğiyle sultan II. Abdülhamid Han’a Filistin’e yerleşmek istediklerini icap ederse o toprakları satın alabileceklerini söyledi. Devletin maddi sıkıntılarını da kullanarak Abdülhamid’i ikna etme yollarını araştırmışlardı. Padişah Filistin’de altın para karşılığı toprak sattığı takdirde:
Yahudiler, Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyecekler, Sultan Abdülhamid Han’ın siyasetini Avrupa’da destekleyeceklerdi. Ayrıca Yahudiler, Osmanlı Devleti’nde inşa edilecek savaş üslerinin parasını ödeyecekler ve Sultan Abdülhamid Han’a şahsı için büyük servet vereceklerdi. Filistin’de kurulacak büyük üniversitede aynı zamanda Türk talebeleri de okuyacak, tahsil için Avrupa’ya gitmelerine de gerek kalmayacaktı. O günkü durumu Padişah II. Abdülhamid şöyle dile getirmektedir: “Amerika’da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. İspanya, sömürgelerinden sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünya Yahudileri teşkilatlanmıştı. Mason Locaları yolu ile Arz-ı Mev’ud’un peşine düştüler. Bunlar daha sonra bana da gelmiş ve Filistin’de Yahudileri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı benden toprak istemişlerdir. Tabii reddettim”.( Alaaeddin Wahibi, Tez,. s.10)
Bu olay karşısında bu teklifi yapan Theodor Herzl’e Abdülhamid’in cevabı şöyle olmuştur: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, Osmanlı milletine aittir. Milletim, bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışladır. Ne ile aldıysak onun ile geri veririz…” Ve devam etti cennet mekân Sultan: “Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı, birer birer, Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana ait değildir, Türk Milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım, Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim İmparatorluğum parçalandığı zaman onlar, Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanabilir. Ben canlı beden üzerinde ameliyat yapılmasına, canlı canlı kesilmeye asla müsaade edemem” demiştir. Üstelik Sultan Abdülhamid, bu cevapla da yetinmeyip, Yahudileri Filistin’e yerleştirmemek için çeşitli tedbirler almış ve hatta toprak almalarını engelleyici kanun çıkarmıştır. Hatta hatta Sultan II. Abdülhamid ile beraber Tanzimat öncesi arazi politikasına dönen Osmanlı Devleti, Filistin’de toprak bütünlüğünü sağlamak ve Yahudi muhacirlerin iskânına engel olmak için tüzel müşteri olarak Filistin’de arazi satın almıştır… Yani Filistin topraklarının büyük bir kısmını arazi-i şahane ilan ederek şahsi mülkiyetine geçirmiştir. Şimdi soruyorum acaba padişahımızın mülkiyetinde olan bu toprakların tapuları nerede? Ve niye meydana çıkarılmaz? Padişahımız satmadığına göre…
İşte bütün bunlar II. Abdülhamid Han’ın ve Osmanlı’nın sonunu hazırlıyordu. Çünkü bundan sonra Siyonistler padişahımız ve Osmanlı aleyhine propogandalara başlayacaktı.
Siyonistler, II. Abdülhamid’in bu konudaki kesin ısrarı ve İmparatorluk parçalanmadan gayelerine ulaşamayacaklarını anladılar. Bunun üzerine, başka metotlar uygulamışlar; İmparatorluğun bölünme yolları aramışlardır. Bunun için Avrupa’nın büyük devletlerinin, İngiltere, Fransa ve Amerika’nın destekleri almışlardır. . Bu devletler bir taraftan Yahudileri destekleyip, onlara Filistin’de devlet kurdurmaya çalışırken, diğer yandan Osmanlı İmparatorluğunu bölmek için Arapları ayaklandırmaya gayret ettiler. Lavrens, Filbi, Vambery ve benzeri casuslar, Arapları ayaklandırmak ve Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için, var güçleriyle faaliyet göstermeye başladılar. Bütün bu güçler, Müslümanların gafletinden ve zaaflarından, yararlanmasını iyi bilmişlerdir. Hatta Şerif Hüseyin ve oğulları, “Büyük Arap Devleti” idealine inandırılmış, Türk ordularının Suriye cephesinde mağlup olmasında, Siyonistlerle beraber büyük rol oynamışlardır. Hatta Filistin’de çıkardıkları gazetelerde Osmanlı tebaasından olan Filistin halkına “Ey Filistinliler!” diye hitap ederek onların Osmanlı tebaasından değil Filistinli olduğuna vurgu yaparak milliyet duygularını kaşıyorlardı…
Diğer taraftan da ortaya konulan plan işliyordu. Osmanlı Devleti’nin aldığı tedbir ve kararlara rağmen yabancı Yahudiler tarafından bu tür izinsiz toprak ihlalleri sonraki yıllarda sürdü gitti. Yafa’ya ne şekilde geldikleri devletçe malum olmayan Yahudiler, izinsiz yerleştikleri miri arazilere köyler inşa ettiler. Bu tutum karşısında çözüm bulmak zorunda olan devlet, bu Museviler’in işgal ettikleri miri arazilerin özel mülke dönüştürülmemesi için, bu arazileri bedel-i öşre bağladı. Ayrıca böyle şeylere meydan verilmemesi ve bu tip girişimleri önlenmesi için gereğinin yapılması hakkında yerel yönetime 1885 yılında bir genelge gönderildi. Ancak bu tip önlemler yeterli olmuyordu. Çünkü karşılarında İngiliz kurnazlığı ve oyunu vardı. Bir de buna bazı Müslümanların hırsı eklenince işleri daha da kolaylaşıyordu. Yabancı Yahudiler, Filistin’de toprak edinebilmek için devlet memurlarına rüşvet veriyorlar hatta sahte isimlerle arazi satın alıyorlardı. Bazı devlet memurları da resmi defterlerde oynamalar yaparak satışı resmi gibi göstermekle kalmayıp bir de sattıkları miri arazilerin bedelini kendi zimmetlerine geçiriyorlardı. Peki, bu muhacir Yahudiler parayı, bu kadar çok parayı nerden buluyorlardı?
Yine Rothschild Ailesi…
Monte Fiori, Hersh ve Rothschild gibi Avrupa’nın büyük sermayelere sahip olan Yahudi bankerleri ve zenginleri, bu fakir Yahudilere madden destek vererek Kudüs’te iskânlarını sağlıyorlardı. Hatta bulunduğu ülke ve içinde bulunduğu imkânları bırakmak istemeyen bazı Yahudileri de vaatlerde bulunarak göçe zorlamışlardır. Mesela, Baron Rothschild, Hayfa’da daha önce satın almış olduğu arazisinde 1880 yılında yüzlerce Rus Yahudi’sini iskân ettirdi. Bu arazilere iskân ettirilen Yahudiler, çok geçmeden arazi üzerine birkaç köy inşa etmişlerdi bile…
Vatansız halk için halksız vatan
19.yüzyılda Avrupa ve Rusya’dan ihraç edilen Yahudilere “Vatansız halk için halksız vatan” sloganıyla Filistin toprakları hedef olarak gösterildi. Sadece gösterilmekle kalmayıp her türlü destek de sağlanarak sistemli ve planlı bir şekilde neredeyse dünya Yahudilerinin Filistin’e toplanması teşvik edildi ve bu da sağlandı. Meşru ve gayrimeşru yollarla elde edilen topraklarla da bugünkü İsrail Devleti’nin temeli atıldı.
Bahailerin rolü
Yukarıda İngiliz konsolosluğu Bahaileri himayesi altına almıştı demiştik ya… Boşuna değildi bu himaye. Bahailer de bu himayenin karşılığını onlara çok kısa sürede verdiler. Zulüm zorbalık veya çeşitli yollarla ele geçirdikleri Müslümanların arazilerini zamanla Yahudilere satmaya ya da arazi satışlarında Yahudilere aracılık yapmaya başladılar. Akka’da sürgün bulunan Bahailerin lideri Mirza Abbas Efendi’nin bu işteki rolü çok büyüktür. Serveti ve nüfuzu sayesinde istediğini icraya muktedir bulunan İranlı Abbas Efendi ile Hayfa Belediye Başkanı Mustafa ve mahkeme azası olan Necip Efendi aralarında gerekli ittifakları sağlayarak bazı fakir ahalinin arazilerini ellerinden ucuz ucuz alıp, onları arazilerinden çıkartıyorlardı. Sonra da bu arazileri Yahudi ve ecnebilere satarak menfaat elde ediyorlardı… 19. yüzyılın sonuna doğru devletin bünyesindeki idari bozulmalardan dolayı bazı mîrî araziler yasal ya da yasal olmayan yollarla, yeni yeni zenginleşen sınıfa satılarak özel mülke çevrildi. Osmanlı Devleti, açık artırma ve müzayedelerle, satmak zorunda kaldığı topraklar için en iyi fiyatı elde etmeye çalışırken, bazı devlet memurları zaten satılmaması gereken devlet arazilerini bu devlete ihanet ederek sattılar. Üstelik Yahudilere… Çifte ihanet yani… Mesela 1893 yılında Hayfa’ya bağlı Hudayre, Dardare ve Nüfey‘ât adlı üç köy yabancı Yahudilere 18 bin liraya satılmış ve bu satışı düzenleyen memurlar da 2 bin lira da rüşvet almıştı. Bunun gibi Hayfa’da İşfiyâ, Ümmü’t-Tût ve Ümmü’l-Cemel adlı üç köy iki bin lira ile satılmıştı. Bunların yanında simsarlar, Filistin topraklarına olan yoğun talepten dolayı oluşan şartları kendi menfaatleri için kullanarak, fakir halktan düşük fiyatlara aldıkları arazileri aldıklarının çok üstünde fiyatlarla yabancılara ve Yahudilere sattılar. Ne diyeyim; yorum siz okurların…
(Herzl-Judenstaat Yahudi Devleti Kitabı -1896)
Kitaplarla fikirlerle teşvik edilen yönlendirilen Yahudiler
Avrupa ve Rusya’da baskılara maruz kalan Yahudiler, Filistin’i artık bir kurtuluş olarak görmeye başlamışlardı. Bunu fırsat bilen o dönemdeki bazı haham ve Avrupalı yazarlar, bu mesele ile ilgili kitap ve makalelerinde dünya Yahudilerinin Filistin’e göçünü işleyerek onları yönlendirdiler. Yahudilerin Filistin’e göç etmelerinin gerekliliği konusunda çok sayıda kitap yazıp makaleler kaleme aldılar. Örneğin, Fransa’da Hristiyan yazar Isaac La Peyrère (1594-1676) “Le Rappel Des Juifs” kitabında, asırlardır sürgünde bulunan Yahudiler için Filistin’de bir devletin kurulması gerektiğine dair Fransa kralına çağrı yaptı.
Mesela; yine Haham Zvi Hirsch Kalische, 1836 yılında Yahudileri Filistin’e göç ve yerleşmeye çağırdı. Berlin’deki Rotschield ailesine buna dair mektup gönderdi. Daha sonra 1862 yılında da “Drishat Zion” yani “Siyon’u Aramak” adlı kitabında bu çağrısını tekrarladı. 1839 yılında Sırp Haham Yahuda Kalai, Mesih’i beklemenin Yahudileri âtıllaştırdığı ve tembelliğe sevk ettiği gerekçesiyle Mesih’i beklemeden Filistin’de Yahudi devletini kurma fetvasını verdi. Buna dair bir proje hazırlayıp 1840’da Londra Kongresi’ne sundu. O tarihe kadar Yahudiler arasındaki genel görüş Mesih’i beklemek ve Mesih liderliğinde Arz-ı Mev’ud’a dönmek idi. Ancak bu çağrılardan sonra küçük çaplı Yahudi göçleri başladı. 1882 yılında fazlalaşan Aliyah (Göç) dalgaları, 1897 yılında aktif Siyonizm’in resmen başlamasıyla daha da yoğunlaştı. Filistin’e göç eden Yahudi gruplar, Batı Avrupa’daki Yahudi zenginlerden gelen mali destek ile bir dizi tarımsal yerleşim alanı oluşturdular. Aliyehlerin devam etmesi ve Yahudi göçmenlerin iskân ve geçim ihtiyacı Filistin topraklarına olan talebi de artırdı.” (Brahim Bauazi, Tez, s.s. 111-113)
Ve sona yaklaşılırken…
Dini duygu ve bağlılıkları sebebiyle Filistin bölgesine yerleşmek isteyen Yahudiler, birkaç asır boyunca Batılı yazar ve düşünürlerin kitap ve makaleleriyle verdikleri fikirler beyinlerine işlenerek adeta beyinleri yıkanarak harekete geçmeye hazır hale getirildi. Nihayet 19. yüzyılda işlenen bu fikir ve görüşler, Yahudiler ve Hristiyanlar arasında oluşan dayanışma ile de hayata geçirildi. Böylece Eski Ahit’te yer alan ve asırlardır Yahudilerin önünde bir engel gibi duran, Yahudiler’in Filistin’e geri dönüş yasağı da ortadan kalkmış oldu. Bunun sonucu olarak Filistin topraklarına, bu yeni müşterileriyle beraber dolaylı olarak talep de arttı.
Avrupa ülkeleri, 19. yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı’daki azınlıkları himaye etme yarışına girdiler. Katolik, Ortodoks ve Protestanların misyonerlik faaliyetlerinin amaçları ile bu doktrinlerin arkasındaki devletlerin Filistin’deki siyasi çıkarları o dönemde ortak bir noktada buluştu. Öte yandan Yahudilikteki “Ard-ı Mev‘ûd” kavramı, Aliyah göçü ve bunun devamı olan Siyonizm hareketinin hedefinde, Filistin topraklarını vardı. Bu şekilde Filistin toprakları, Hristiyan-Yahudi ittifakıyla karşı karşıya kaldı.
Bu Hristiyan-Yahudi benim ifademle de Haçlı-Yahudi ittifakının ilk belirtileri taa 1649 yılında başlamıştı. Amsterdam’da yaşayan Püriten Joanna ve Ebenezer Cartwright kardeşler, İngiltere Hükümeti’ne bir mektup göndererek Yahudilerin Arz-ı Mev’ud’a geri dönüşlerinin Protestan olan İngiliz ve Hollandalıların eliyle gerçekleşmesini istirham ettiler. Bu istek, mektuplarında şu şekilde ifade edilmiştir; “İsrail oğulları ve kızlarını, dedeleri İbrahim, İsrail ve Yakup’un ana yurdu olan Arz-ı Mev’ud’a gemileriyle taşıma görevinin Hollanda ve İngiltere milletleri eliyle gerçekleşmesini istirham ederiz”
Böylece hem Yahudiler’in hem de Hristiyanlar’ın Filistin topraklarındaki emelleri ortak bir noktada buluşmuştu. Bu talep o dönemde gerçekleşmediyse de daha sonra 1917 yılında ilan edilen Balfour Deklarasyonu ile gerçekleşti.( Brahim Bauazi , Tez, s.s. 113-116)
Balfour Deklarasyonu
1916 yılında İngiltere başbakanlığına David Lloyd George gelince, Filistin’de, İngiltere yönetiminde bir idarenin kurulması fikri düşünülmeye başlanmıştı. Bunun sonucunda da 2 Kasım 1917’de Dışişleri Bakanı Balfour’un ünlü deklarasyonu ortaya çıktı. İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde Filistin’de yurt edinmek isteyen Siyonist Dernekleri Federasyonu adına Lord Rothschild’e gönderdiği “Balfour Bildirisi” veya “Balfour Deklarasyonu” denilen mektuptur. Dikkat edin Rothschild ailesi burada da yine önemli bir rol oynamaktadır. Bu Deklarasyon şöyleydi:
“Majesteleri Hükümeti, Filistin’de Yahudi ırkı için Filistin’in milli bir vatan olarak düzenlenmesinin lehinde düşünmekte olup, bu amacın gerçekleşmesini kolaylaştırmak üzere her çabayı sarf edecektir” diyordu. Bu deklarasyonda Balfour, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için tüm imkânlarını kullanacağını bildiriyordu. İngiltere henüz tasarruf yetkisine dahi sahip olmadığı bir bölgede Yahudilere yurt vermeyi vaad ediyordu. O dönemde Filistin nüfusunun % 90’ı Arap’tı. Ve Filistin topraklarının da % 2’si Yahudi mülkündeydi. Yani, yaklaşık 700.000 olan Filistin nüfusunun 574.000’i Müslüman,74.000’i Hıristiyan ve 56.000’i Yahudi idi.
Balfour Deklarasyonu, dünya Yahudilerinin desteğini müttefiklere kazandırmak için İngilizler’in yaptığı bir plan olmasının yanında, Siyonist hareketin İngiliz desteğini sağlamak için gerçekleştirdiği planlı bir girişimin sonucuydu. Balfour Deklarasyonu hemen ABD tarafından da kabul edilmişti. İngiliz ve ABD ve Yahudi ittifakı bu işte… Bunlara Almanya, Fransa gibi diğer devletleri de eklersek Haçlı ittifakı tamamlanmış olur.
Yahudiler, Balfour deklarasyonundan büyük sevinç duydular. Çünkü Balfour deklarasyonu 1948’de kurulacak İsrail Devleti’nin alt yapısını oluşturmuştur. Savaşın galiplerinden olan ABD’nin Kongre ve Temsilciler Meclisi’nin 21 Eylül 1922 tarihli oturumunun karar bildirgesi, “ABD Filistin’de Yahudilere milli yurt kurulmasına taraftardır.” şeklinde tamamlanmaktadır. Böylelikle Balfour Deklarasyonu, Siyonist politikanın birinci evresinin ilk yarısını noktalıyordu. Daha sonraları 1920’li ve 30’lu yıllarda Yahudi diasporası, siyasi Siyonizm örgütleri Filistin’e Yahudi göçünü örgütledi ve yüz binlerce Yahudi, dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerinden yönlendirilip, Filistin’e akın akın geldiler. 1922’de 752 bin nüfusu olan Filistin’in bu nüfusunun 589 bini Müslüman nüfustu. Yahudi nüfus ise sadece 83 bin küsurdu. 1942 yılına gelindiğinde ise Filistin’in nüfusu 1.620.000 olmuştu. Bu nüfusun 999 bini Müslüman nüfus, 484 bini de Yahudi nüfustu. Yahudi nüfusu 1922’den 1943 senesine kadarki zaman zarfında 83 binden 484 bine fırlamıştı. Bu çok büyük bir artıştı. Yapılan planlar tıkır tıkır işliyordu. İngiltere ve Amerika özellikle Suudi Arabistan’da büyük çaplı petrol kaynaklarının bulunmasıyla, 1938-39’da Filistin sorununu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için siyasi Siyonizm’i teşvik etmeye başladı. Balfour Deklarasyonu, Yahudiler için devlet başlangıcı oldu. Daha sonraki yıllarda Ortadoğu’da bölünmeler başladı. Arap ülkeleri yapılan Haçlı-Siyonist plan dâhilinde parçalandı, bölündü ve yutuldu… Filistin üzerindeki İngiliz mandasının görevi, 14 Mayıs 1948’de sona erdi ve akabinde ne garip bir tesadüftür ki aynı gün yani 14 Mayıs 1948’de Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, yayınladığı bir bildiri ile İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. İsrail Devleti’ni önce ABD ve ertesi gün de Sovyetler Birliği resmen tanıdığını açıkladı. Bu gelişmelerin öncesinde ise işleri biten İngiliz birlikleri de bölgeyi terk etmeye başlamışlardı bile…
Bu Haçlı-Yahudi ittifakının müttefiklerinden Fransa, 1920’deki Meyselûn Savaşı’nı takip eden günlerde Dımaşk’a girdiklerinde, Fransız Generali Garo, önce Sultan Selâhaddin’in kabrine gitmiş; Sultan Selâhaddin’in kabrini tekmeledikten sonra ona, alaycı bir seslenişle: “Selâhaddin! Haçlı seferi şimdi bitti! İşte biz döndük!..” diyerek, Batılılar adına sanki Hıttîn’in öcünü almak ve kabaran öfkeyi boşaltmak istemişti…
Her Avrupalı, bugün bile kişi ve devlet olarak kendilerini Haçlıların torunları gibi görmektedir. Bu yüzdendir ki onlar kendilerini atalarının “dinsiz Müslümanlar ile savaşmaları” nedeniyle savaşa katılmayan Hristiyan milletlerden ve diğer dinlerin mensuplarından üstün addederler. Bu tavırları ile sonsuza kadar Tanrı onlara minnet duymalıdır… Bu durumda Batılıların bütün dünyada savundukları sözde hümanizm (!) gerçeğin karşısında ikiyüzlülük olarak kalmaktadır. Nitekim Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleleri saldırıya uğradığında “Artık Haçlı seferlerini tekrar başlatmalıyız.” deyivermemiş miydi? (Cemal Toksoy-Fatma Toksoy, Şarkın En Sevgili Sultanı Selâhaddin Eyyûbî, İstanbul: Şule Yayınları, 2016, s.s. 18,42.)
Aslında Haçlı Seferleri hiç bitmedi… Ve hâlâ bu Haçlı-Yahudi ittifakı hız kesmeden Yahudi- Siyonist ortaklığıyla güçlenerek devam etmekte… Hem savaş meydanlarında hem de ülkelerin içine sızarak, entrikalar, oyunlar, planlarla, sosyal medyayla, basınla, her türlü görsel teknoloji ile devam etmekte…
“Önce yüreklerimizdeki Kudüs’ü işgal ettiler.
Biz savaşı önce kendimizde kaybettik.” Cahit Zarifoğlu
Bir tarafta Arap ülkeleri arasındaki iletişim kopukluğu ve çıkar ayrılıklarını çok iyi değerlendiren İsrail, diğer tarafta da hâlâ çıkarları doğrultusunda hareket eden, aralarındaki iletişimi zayıflatıp, bundan bir kâr edebileceğini düşünen, bölük pörçük edilmesine müsaade eden, dönen oyunları göremeyen, görmezlikten gelen, bir türlü Müslümanlar olarak Selahaddin Eyyûbi dönemindeki gibi birleşemeyen İslam âlemi… Elbette Yahudiler Ağlama Duvarının önünde bayram edeceklerdir. Dök Müslüman kardeşim dök kanlı gözyaşlarını…
“Filistin bir sınav kağıdı
Her mü’min kulun önünde” Cahit Zarifoğlu
Teknoloji ve bilimde ilerlemedikçe, basın ve yayın sahasında söz sahibi olmadıkça ve de en önemlisi bütün İslâm âlemi olarak birleşip güçlenmedikçe daha çokkk dökülür bu gözyaşları Kudüs’ün semalarında…
“Namaz kılacaksın oruç tutacaksın ama siyonizmin düzenine karışmayacaksın. Köle olacaksın. Müslümanlık şuur dinidir şekil değil. Müslümanlık kölelik kabul etmez…”
Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN
Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez. Bizim için, daha da özel bir konumu vardır: Kudüs’ü savunmak gerçek bağımsızlığı savunmaktır. Nuri Pakdil
”Kudüs’süz ve İstanbul’suz aşk yoktur.’ …….Nuri Pakdil
Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir kudüs yapar [Nuri PAKDİL]
“Ve artık ne İbrahim ne Yakup ve ne Musa var,
Tersinden okunan Tevrat hükümleri
Karaya boyanmış mezmurlar,
Ve Kudüs şehri… “ Sezai Karakoç
“Bin yıllık ömrüm olsa, hep Müslümanların birliklerini oluşturmalarından bahsederdim.Çünkü:Bundan daha büyük bir dava bilmiyorum.” Sezai Karakoç
“KUDÜS sülüs harflerle yazıldığı gün anlarız Kudüslü olduğumuzu.
İstanbul’la ovarak göğsümdeki sancıyı geçirmeye uğraşıyorum…” Nuri Pakdil
İnşallah daha fazla gözyaşı dökmeden; daha fazla Müslümanlar öldürülmeden şuurlanmamız, bilinçlenmemiz ve İslâm Birliğini sağlamamız duasıyla….
FATMA TOKSOY
KAYNAKLAR
-
Brahim Bauazi, 19. Yüzyılda Filistin’de Arazi satışları, Tez, [Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, 2011.].
-
Kandemir, Her Hafta, İstanbul, Sayı: 50, 12 Haziran 1948, cilt: 4, s.s. 4, 18.
-
Alaaeddin Wahibi, Filistin sorun ve Çözüm yolları, Tez, [Yüksek Lisans Tezi, Polis Akademisi, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, Uluslararası Güvenlik Anabilim Dalı, Ankara, 2010.]
-
Çiğdem Ör, II. Abdülhamid Döneminde İngiliz Kamuoyunda Filistin’e Göç Meselesi, Tez, [Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk tarihi Anabilim Dalı, 2012.]
-
Lutfullah Karaman, Filistin, İstanbul: DİA, 1996, c. 13, s.s. 89-102.
-
Ahmed Akgündüz-Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 1996, s.s. 279-281.
-
Cemal Toksoy-Fatma Toksoy, Şarkın En Sevgili Sultanı Selâhaddin Eyyûbî, İstanbul: Şule Yayınları, 2016, s.s. 18,42.